top of page

1-) Güney Afrika

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

16.10.2015 - 16.10.2015

 

​​Johannesburg

 

Güney Afrika benim ilk yurt dışı deneyimimdi. Bir çılgınlık yapıp tek başıma atlayıp gitmiştim. Tercih sürecinde en büyük etkenler vizesiz olması ve diğer olası destinasyonlara göre ucuz uçak biletleriydi. Annemler karar aşamasında belirli miktarda muhalefet ettiler. Afrika’nın nasıl tehlikelerle dolu bir kıta olduğuyla ilgili tehlikeli vaazlarının satır aralarına gizlenmiş, bilinçaltı seviyesindeki ırkçılığın izleri okunuyordu. Ben ise henüz gençliğinin baharında, dünyayı tozpembe görmeye meyilli bir ergen olarak onlara bu düşüncelerinin gerçekdışı olduğunu anlatmaya çalışıyordum. Hollywood’un empoze ettiği Afrika imajından kurtulmalıydık.

Medeniyet üzerine geçen ancak pek de medeni olmayan bu fikir çatışmalarımız sonucunda amacına ulaşan ben oldum. Bu zorlu mücadelede desteklerini benden esirgemeyen uzaktan amcam Kambo’ya teşekkürlerimi fırsattan istifade göndermeyi unutmayayım. Kendisi altmışına merdiven dayamış, ak saçlı bir diş hekimi ve babamın kuzeni olur. Ancak yaşına başına aldanmamak gerek. Çapkınlıkta ne kadar mahir olduğuna kendi gözlerimle kaç kez tanık olmuşumdur. Zaten uçarı seyahat tasarılarımı desteklemesinin altında, damarlarında gezen gençlik ateşi yatmaktadır.

Bu arada ufak bir es verip Güney Afrika seyahatime sonuna kadar karşı çıkan babama da iki laf çakayım. Yaz aylarını yanında çalışarak geçirdiğim babam, kişilik değiştirerek bambaşka bir adama dönüştüğü bu dönemlerde hep olduğu gibi yaz sonu ile okul başı arasına gelen bir iki haftalık boşluğun hangi bölümünde beni azat edeceğini bir türlü bildirmek istemediğinden olası bir Japonya seyahatimi rafa kaldırtmış oldu. Oysa ilk başta esas hedefim Güney Afrika değil Japonya’ydı. Ancak tarih konusundaki belirsizliklerden ötürü bir türlü biletimi alamadım ve başta epey hesaplı olan Japonya biletleri git gide pahalandı ve benim alım gücümün üzerine çıktı. Oysa her şey yolunda gitse ilk seyahatimde durağım Japonya olacaktı, Güney Afrika değil.

Dediğim gibi, bu ilk seyahatimdi ve yalnızdım. Annemler yalnız gidiyor oluşuma da epey karşı çıkmışlardı. Ben de istemezdim yalnız olmayı ama kalkıp da benimle dünyanın bir ucuna gelecek başka manyak bulamamıştım. Şimdi dönüp baktığımda yaptığım şeyin cesaret ile aptallık arasında bir yerde durduğunu ve aptallığa çok daha yakın olduğunu görmekteyim.

Evimize çok yakın olan Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan Qatar Airways ile ilk önce Doha’ya uçtum. Doha’da aktarma yapacak ve Johannesburg’a gidecek uçağa geçecektim. Daha önce havayolu kullanmışlığım vardı ancak elbette bu denli uzun bir yolculuğa çıkmamıştım. Uçak yolculuklarında öyle çok korkan biri değilimdir ama genel itibariyle huzur dolu olduğum da söylenemez. Ama o an hissettiğim pek çok heyecan ve gerilimin arasında uçak korkusu kendine yer bulamıyordu bile.

Doha’ya kadar olan uçuş sorunsuz geçti. Uçaktaki lükse bayılmıştım. İkramlar, filmler, ilgi alaka falan her şey süperdi. Doha’da uçaktan indiğimde gece olmuştu. Transit salona geçip sabaha kadar vakit öldürebileceğim bir köşe aramaya koyuldum. Öncesinde ise evdekilere haber verip gıcır kameramla kısa bir video çektim. Sırf bu yolculuk için aldığım tabletten çizgi roman okudum. Havaalanında bir tur atıp mağazalara bakındım. Basit şeylerle karnımı doyurdum. En sonunda havaalanının kuytu bir köşesinde kıvrılıp sabaha kadar uyukladım.

two-girls-walking-near-the-concrete-hous
Pasaportumdaki ilk seyahatin tarihleri tek kelimeyle ibretlik.

Tarihlere dikkat...

Güneşin ilk ışıklarıyla uçağa geçtik. Hava pırıl pırıldı. Sorunsuzca Johannesburg uçağına binebilmiştim. Bu saatten sonra bir aksilik yaşanması pek olasılık dahilinde değildi. Yaşanmadı da. Tek aksilik, yolculuğun ilk dakikalarında yaşadığım g.t korkusuydu. Ancak buna tam anlamıyla aksilik denemez çünkü diğer yolcuları hiç ırgalamayan oldukça öznel bir durumdu. Doha’dan kalkan uçak pistten ayağını kestiği andan itibaren durmaksızın yükseldi de yükseldi. Uçak öyle bir yüksekliğe ulaşmıştı ki dışarıda hava kararmıştı. Camdan aşağı doğru baktığımda, bulutlar bile zar zor seçilir hale gelmişti. Uçak öylesine tırmanıyordu ki “Birazdan yerçekimi kaybolacak. Boşlukta süzülmeye başlayacağız. Uzaya savrulacağız, geri dönemeyeceğiz.” gibi uçuk fikirler üretmeye başlamıştım. Etrafıma baktığımda gerek hosteslerin gerek yolcuların en ufak bir panik belirtisi göstermediğini görüp kendimi rahatlatmaya çalışıyordum. Uçağın bu denli yükselmesinin mantıklı sebepleri olduğuna inanıyor ve kendimce bu sebepleri tespit ediyordum ama hiçbiri kayışı koparmış aklımı rahatlatmaya yetmiyordu.

 

Neyse ki saatler geçtikçe rahatladım. Tüm bu olayların normal olduğunu kabullendim. Kendimi filmlere verdim. Biraz da uyuklayarak yolculuğu geçirmeyi başardım. Tıpkı Doha’dan kalkarken olduğu gibi pırıl pırıl bir sabah güneşi eşliğinde Johannesburg’a indik. Pasaport kontrolüne doğru giderken her ne kadar vizeye ihtiyacım olmadığını bilsem de gergindim. Benim gibi, vizeye ihtiyacı olmayan yolculara küçük bir form dağıtıp bunları doldurmamızı istediler. Sistemin bu şekilde işlediğini önceden öğrenmiştim. Dağıtılan formu doldurmaya başlamıştım ki kızgın bir Afrikalı genç hepimizin elindeki kağıtları pata küte topladı. El kol hareketleri vasıtasıyla bu formların gerekli olmadığını anlatıp bizi kabinlere yönlendirdi. Kabine yanaşıp sıramı bekledim. Sıra bana geldiğinde pasaportumu uzatıp elimden geldiğince sakin görünmeye çalıştım. Görevli bana ne zaman döneceğimi ve hangi şehirlere gideceğimi sordu. Ben de Cem Yılmaz’dan öğrendiğim taktikleri kullanıp tek kelimelik cevaplar verdim. Görevli damgayı vurup pasaportumu geri verdi. Artık resmen Güney Afrika’daydım. Resmen başka bir ülkedeydim.

İlk iş, yarım yamalak çeken internete bağlanıp pedere mesaj attım. Sonra tuvalete gittim. Tuvaletteki temizlikçi çocuk, tam ben kabine girecekken benden önce davranıp içeri daldı ve klozeti şöyle bir sildi. Sonra da çıkıp beni eliyle içeri buyur etti. Kendi kendime “Bu Afrikalılar ne iyi insanlarmış, annemler görse de utansalar!” dedim.

Tuvaletten sonra döviz bürosuna gidip biraz para bozdurdum. Havaalanı küçük ama hareketliydi. O sıralarda cereyan eden Dünya Rugby Şampiyonası’nın maçları yayınlanıyordu her yerde. Ağır ağır, biraz da etrafa göz atarak çıkışa doğru yöneldim. Derken güvenlik personelinden biri yapıştı hemen. Nereye gidiyorsun falan diye muhabbet açtı. Güler yüzlü, düzgün birine benziyordu. Yine de ondan kurtulmak istiyordum. Bana metroya kadar eşlik etti. Muhabbeti de ilerletti. Galatasaray falan diye girdi mevzuya. Yok İstanbul’a gelmişmiş de çok beğenmişmiş de. Her ne kadar sıkıntılı bir durum olmasa da ben yine de aporttaydım. En sonunda havaalanının içindeki metro istasyonuna geldik. Bana harita üzerinden bir kaç yer gösterip şuraya git, şuraya gitme diye akıl verdi. Tam ayrılık vakti gelip çatmıştı ki benden para istedi. Yine dostane bir tavır takınıyordu ama sanki bir anda ufak bir değişim geçirmişti. Mimiklerinde tehditkar bir ifade de var gibiydi. Hani arkadaştık, diye dramatik bir girişimde bulundum. Fayda etmedi. Baktım kurtuluş yok aktarmadan cebimde kalan Katar paralarından bir kısmını ateşledim. Beğenmedi çakal. Biraz daha verip gönderdim. Güney Afrika bana ilk uyarısını vermişti.

Metro için bilet alıp ilk gelen trene atladım. Gözüme kestirdiğim en merkezi noktada indim. Niyetim dolana dolana hostele gitmekti. Metrodan çıkıp sokaklarda dolaşmaya başladığımda başka bir dünyada gibiydim. Rap dünyasında Eminem ne ise o dakikalarda ben de Johannesburg’da aynı statüdeydim. Binlerce siyahi arasında tek bir beyaz…

En ufak bir ırkçı düşünce barındırmıyor olsam da tereddüte de düşmemiş değildim. Kabul edin kolay değil. Kabak gibi göze batıyordum. Üstelik şehirde de gezilecek, görülecek en ufak bir yer yok. Saçma sapan sokakların fotoğrafını falan çektim sırf elimde bir şeyler olsun diye. Millet inanmayacaktı yoksa gittiğime.

Berduş gibi dolaşmaktan usanıp kesin olarak hostele gitmeye karar verdim. Verdiğim anda teknolojinin gazabına uğradım. Sırf çizgi roman okumak ve harita kullanmak için aldığım tablete indirdiğim ve güya offline olarak da çalışan harita açılmıyordu bile. Dımdızlak kalmıştım. Hostelin lokasyonu ile ilgili elimde ne bir adres ne bir ekran görüntüsü, hiçbir şey yoktu. Böyle bir aptallığı nasıl yapmıştım bilemiyorum.

Yararlanabileceğim herhangi bir internet bulamadım. Açlıktan kırılıyordum, restoran bulamadım. Taksi tutayım dedim, araba bulamadım. Beyhude, aklımda kaldığı kadarıyla adresi aramaya koyuldum. Caddeyi de buldum üstüne. Ama gerisi maalesef gelmedi.

Dolanıp dururken pek de tekin olmayan bir caddeye girdiğimi hissettim. Burada mini pazar gibi bir alan vardı. Yolun iki tarafı da boş boş bekleyen insanlarla doluydu. Yoldan bolca araba geçmekteydi. Bir an evvel buradan çıkmanın derdine düşmüştüm. İlk dönemeçten dönüp daha merkezi olduğunu düşündüğüm bölgeye geri dönecektim. Hoş, o en merkezi yerde bile ancak kuru kalabalıktan söz edilebilirdi. Yine de kendimi o an bulunduğum yerden atmanın peşindeydim.

Güney Afrika ile ilgili hayallerimden ilki; Masa Dağı.

Hayal edilen

Derken olan oldu. En ufak bir belirti, bir ses, bir koku yoktu. Sanki hemen dibime ışınlanmışçasına beliriveren zebellah gibi bir herif arkamdan boynuma sarılıp var gücüyle sıkmaya başladı. Hayatımın şokunu yaşamıştım. Aklımdan geçen ilk düşünce bir çeşit kamera şakasına kurban gittiğim yönündeydi. Ne kadar da nahifim!

 

Arkamdaki ayıyla boğuşurken –kendi kendime debelenmeyi kastediyorum- bir tanesi de önümden gelip bacaklarımı yakalamaya çalıştı. Mümkün olduğunca kendimi korumaya çalıştım ama elden ne gelir ki! İki tane kocaman siyahi tarafından tartaklanmaktaydım. Bu adamlara karşı koymam imkansızdı. O an orada olan ve bu olaya şahit olan en az 100 kişiden hiçbirinin umurunda değildi yaşananlar.

 

Tam o an orada hissettiklerimi size aktarabilmeyi gerçekten çok isterdim. Ama bu kadar karmaşık ve yabancı hisleri birine tarif etmek pek mümkün olmadığından bunu yapamayacağım. Dilim döndüğünce söylemem gerekirse insanın tam anlamıyla zorlu bir duruma düşmesi karşısında yaşadığı ne yapacağını bilememe durumu diyebilirim. Demin söylediğim o kamera şakası düşüncesi de buradan çıkmış olabilir. Elinizden hiçbir şey gelmediği, yapabileceğiniz hiçbir şeyin olmadığı bir anda çaresizce uhrevi bir kurtarıcı arıyorsunuz kısacık saniyeler içinde. Bir delikanlı gelse de şu ayıların ağzının payını verse! Batman –gerçi Batman gündüzleri mesai yapmaz- veya Rıza Baba ile ekibi ansızın çıkıp beni kurtarsa! Bir mucize olsa da Allah beni şunların elinden alsa! Ancak tabi ki olağanüstü hiçbir şey yaşanmıyor.

Bir filmin içinde gibiydim. Herkes gibi bu tarz kötü hadiselerin benim başıma asla gelmeyeceğine inanırdım. Ancak olayın içine düşünce böyle şeylerin gerçekten olabileceğini anlıyor insan. Televizyonda gördüklerimiz ya da gazetede okuduklarımız bizim gerçeklik algımızın bir tık dışında kalıyorlar hala. En sonunda hem boğazıma uygulanan baskıya hem de şok dalgasına daha fazla dayanamayıp gözlerimin perdelerini istemsizce indirirken ağzımdan çıkan son sözcükler şunlar oldu; “Please, don’t.” Ne kadar acınası, değil mi? İnsanın aciziyetinden bahsetmiştim az önce. Herkes kendini kurtarıcı prens ya da namuslu şövalye yerine koyarken aslında çoğumuz, savaş alanında en ufak bir hamle yapamadan öldürülen biçare karakterlerden ibaretiz ne yazık ki.

Felsefi boşlarımı bir kenara bırakıp elim öyküme devam ediyorum. İki ayıboğanın cenderesinde sıkışıp kalan narin bedenim en sonunda pes etmişti. Kendime geldiğimde olayın vuku bulduğu yerde açtım gözlerimi. Ayıldığım anda geçen o ilk 2-3 saniye çok uzun gelmişti bana. Henüz algılarım tam olarak açılmamıştı. Hani çok kötü bir kabus gördüğümüz bazı zamanlarda yaşadığımız şeyin gerçek olmadığını ve aslında tam o anda sıcak yatağımızda horuldamakta olduğumuzu kavrarız ya. Sonra ayılınca bunun sadece bir rüya olduğunu, gerçeklikle en ufak alakası olmadığını anlarız. Tam o anda yaşanan rahatlama hissi hiçbir şeye benzemez. Türlü türlü belalar yaşamış ve bunların sonuçlarını büyük oranda hissetmişizdir. Daha sonra uyanınca müthiş bir rahatlama yaşarız. Allah’ın sevdiği kuluna eşeğini önce kaybettirip sonra buldurması gibi yani. İşte ben de o sokakta gözlerimi açtığım ilk saniyelerde o rahatlamayı bekledim. Kendi kendime “Rüya olsun, rüya olsun.” diye yalvardım. Ancak bu sefer kabus değildi. Bu sefer gerçeğin tam ortasındaydım.

İki seksen uzanıyordum kaldırım üzerinde. 17-18 yaşlarında bir delikanlı başıma dikilmiş meraklı gözlerle süzüyordu beni. Kötü bir niyeti olmadığı belliydi. Hatta belki de yardım etmek istiyor ama ne yapacağını tam olarak bilemiyordu. Daha önce de vurguladığım gibi oldukça işlek bir noktadaydım ve yaşadığım şeyi umursayan tek kişi bu delikanlıydı.

Yavaştan kendime gelir gelmez hemen ayaklanıp kendimi olay yerinden uzaklaştırdım. Endişeli delikanlıyı bile o anda bir tehdit olarak değerlendirip hızlıca geçip gittim. Hemen üstümü başımı yokladım. Daha jelatini açılmamış tabletim, cep telefonum ve cüzdanım yoktu. Kameram yerinde duruyordu ve pasaportuma da dokunmamışlardı. O an hiç umursamadım bunu. Henüz tam manasıyla kendimde değildim. Sadece uzaklaşmaya çalışıyordum. Aklımla hareket ettiğim söylenemezdi. Refleks gösteriyordum sadece.

İlk hamlem şu nalet olasıca hosteli bulup yerleşmek ve sakinleşerek bir çözüm aramaktı. Çevreden birkaç kişiye derdimi anlatmaya, hostelin nerede olduğunu sormaya yeltendim. Nafile, kimsenin en ufak bir İngilizce bildiği yoktu.

Başıboş tavuklar gibi çırpınırken birilerinin bana seslendiğini duydum. Dönüp baktığımda 50 metre kadar uzaktan, bir adam bana el kol yapıyordu. Göbekli ve kır saçlı bir adamdı. Elinde de ne olduğunu kestiremediğim bir şey taşıyordu. Aklıma gelen ilk düşünce, bu adamın mahallenin yufka yürekli amcası olduğu yönündeydi. Yaşadıklarıma dayanamamış, eşyalarımı alıp bana getirmişti. Hala nahifliğe devam ediyordum. Adam yanıma yaklaştıkça elinde taşıdığı şeyin bira şişesi olduğunu gördüm. Göbeğinin yarısı açıkta, aylak aylak yürüyen sarhoşun tekiydi. Yanıma yanaşıp beni kibarca çekiştirerek geldiği yöne doğru sürüklemeye çalıştı. İlk başta karşı koymadım, bir umut anlaşmaya çalıştım. Ama bunun da tek kelime anladığı yoktu. En sonunda bende kayış koptu. İngilizce olarak küfrü basıp bende para falan olmadığını, sırasını başkalarına kaptırdığını söyledim. Cevap vermedi ama bu sefer yarım yamalak da olsa beni anladığını hissetmiştim. Arkamı dönüp uzaklaşırken herhangi bir hamle yapmadı.

Güney Afrika ile ilgili hayallerimden ikincisi; Kruger Milli Parkı.

Hayal edilen 2

Ayyaştan kurtulduktan sonra tam manasıyla kendime gelebilmiştim. Şimdi daha rasyonel düşünebiliyordum. Hosteli biraz daha aradım ancak sonuç vermedi. Ben de, lanet olsun deyip havaalanına dönmeye koyuldum. Bildiğim en güvenli yer orasıydı.

Metro istasyonunu zorlanmadan buldum. İstasyona girip güvenlik görevlisi gencin yanına yöneldim. Bizdeki turnike sisteminin yerine onlarda açılıp kapanan şeffaf kapılar vardı. Güvenlikteki genci kafalayıp bana kapıyı açmasını sağlamaktı niyetim. Çünkü tek kuruş param kalmamıştı. –Acemilik!!! Oysa şimdi yanımdaki parayı öyle bir bölüyorum ki donumun içine bile az biraz sıkıştırıyorum- Bu adamın bana yardımcı olabileceğini düşünüyordum. Neticede yaşça birbirimize yakındık. Yanına gidip durumumu açıkladım. Başıma gelenleri anlatıp hiç param olmadığını söyledim. İngilizcesi olduğundan beni anladı. Yardımcı olmaktansa kalkıp benden para istedi. Rüşvet yani. Ulan hıyar! Param olsa seninle uğraşacağıma gider adam gibi biletimi alırım. Kalkıp ne parası istiyorsun benden. En sonunda baktı benden bir şey çıkmayacak elinden gelen bir şey olmadığını söyleyip beni bilet kesen adama yönlendirdi. Camekan içerisinde oturup bilet kesen adam şehrin kalanının aksine siyah değil beyazdı. Bu yüzden daha medeni davranacağına inandım. Yanına gidip mevzuyu anlatmaya kalkışmıştım ki dinlemedi bile. Kestirip attı. Kovaladı resmen beni. Ben de çaresiz gelen geçenden kart dilenmeye başladım. En az ve öz haliyle durumumu anlatıp benim yerime kart basmalarını rica ediyordum. 3-4 başarısız denemeden sonra gençten bir karı koca benim için kart basmaya ikna oldu. Adam pek bir oflayıp pufladı gerçi ama sonunda işimi gördü. Utanç dolu dakikalardı.

Neyse ki metroya atlayıp havaalanına doğru yola koyuldum. Biraz nefeslenme fırsatı bulmuştum nihayet. O an aklıma çok fena bir düşünce hücum etti. Olur da annemler beni cepten ararlar, bu zenciler de makara yapmak için telefonu açarlarsa neler olurdu. Ortalık ayağa kalkardı. Bir an evvel ev ile iletişim kurmalıydım.

Metrodan indiğimde beni bir sürpriz daha bekliyordu. Allah’ın belası metrodan inmek için de kart basmak gerekliymiş meğer. Haydaaa! Elimde kart mart yok haliyle. Kalakaldım. Yüzünde en ufak bir ifade bulunmayan dev gibi bir güvenlik görevlisine yanaşıp beni çıkartmasını rica edecektim ki adam beni kale bile almadı. Hayatımda bu kadar ifadesiz, bu kadar mahkeme suratlı bir adam daha görmemiştim. Terminal filmindeki Tom Hanks gibi metro istasyonunda kalakalmıştım. Üstelik yaşam alanım ondan çok daha küçüktü. Hayır zaten parasını verip buraya girmişim. Bırak çıkayım. Çıkmak da paralı.

Bilet gişesine gidip görevli kadına yalvaracaktım ki o da pas vermedi. Gişede bilet alan uzun boylu ve tavırlarından İngiliz olduğu izlenimi uyandıran kır saçlı beyefendi yardımıma koştu. Omzuma dostane bir dokunuş kondurup benim yerime kart basarak beni kurtardı.

Havaalanına kadar gelmiştim ama bu andan itibaren ne yapacağıma dair kesin bir fikrim yoktu. İlk aklıma gelen Qatar Airways’e gidip durumu açıklamaktı. Benim zaten dönüş biletim vardı sonuçta, bana bir güzellik yapıp biletimi o geceye almalarını rica edecektim. Eğer ekstra bir masraf doğarsa da bunu İstanbul’a dönünce hallederdim. Ancak o gece uçuşu olmayan Qatar Airways’in ofisi kapalıydı. A planım çöktü. Sırada THY vardı. Koskoca THY beni bu durumda koymaz, bir yardım eli uzatır diyordum. THY ofisi de kapalıydı. B planı da çöktü. Etihad, Emirates gibi diğer büyük firmaların acentelerine gidip olası İstanbul uçuşlarını sorguladım. Sadece Emirates’in o gece bir uçuşu olduğunu öğrendim ama o da tamamen doluydu. Çarelerim tükenmişti, aklıma gelen başka bir çözüm yoktu. Danışmaya gidip konsolosluğu aramaya karar verdim. Görevli kadının yardımıyla konsolosluğu defalarca aradım. Ancak karşıma sadece “şunun için şu tuşa basın, bunun için bu tuşa basın” diyen otomatik bir ses çıktı. Kimseye ulaşamadım. Bu esnada danışmadaki kadın bana, neler olduğunu sordu. Ben de ona olanları anlattım. İlk başta oldukça duygusuz gözüken abla gittikçe anaç bir tavra büründü. Ne kadar üzüldüğünü, Güney Afrika’nın aslında böyle bir ülke olmadığını söyledi. Halime epey acımıştı. Sonunda kendi cep telefonunu bana verip kullanmama müsaade etti. Hemen babamı arayıp beni bu numaradan aramasını söyledim. Peşin peşin iyi olduğumu söyleyip havadisleri aktardım. İnternetten bana bir bilet bakmasını istedim. Beş dakika kadar sonra geri arayıp Emirates’te tek bir bilet olduğunu ve onu ayırdığını söyledi. Telefonu kapatıp danışmadaki kadına teşekkür ettim. O kadının adı Dikeledi’ydi. Sağ ol Dikeledi. Binlerce kez sağ ol. Afrika ile ilgili tek iyi anım sensin.

Koştura koştura Emirates’e gittim. Az önceki ziyaretimde aceleci tavırlarım yüzünden beni tersleyen görevli beni görünce “yine mi sen” minvalinde bir tepki verdi ama ona bilet aldığımı söyleyince bozardı. Bileti bastırıp hızlıca kontrolden geçtim. Sabah giriş yaptığım Güney Afrika’dan 24 saat dolmadan çıkış yapıyordum.

Kapımı bulup uçağı beklemeye başlayınca omuzlarımdan ağır bir yükün kalktığını hissettim. Aynı zamanda ne kadar aç ve susuz olduğumu da farkettim. Başım da çatlamak üzereydi. Tuvalete gidip elimi yüzümü yıkadım. Sonrasında susuzluğa karşı koyamayıp lavabodaki musluklardan kana kana su içtim. Uçağa bindiğimde felaket durumdaydım. Neredeyse bir tam gündür yemek yememiş, doğru düzgün su içmemiştim. Başımın ağrısı beni öldürmek üzereydi. Üstelik bir de üçlü koltuklardan ortadakine den gelmiştim. Her şey daha ne kadar kötü olabilirdi?

Hostesler ikrama başladığında temiz su içme fırsatı buldum. Kurt gibi aç olmama rağmen yemeği yiyemedim. Yalnızca meyveleri yedim. Biraz kendime gelmiştim. Ne yapıp edip eve dönüş yolunu bulmuştum.​

Dubai’deki aktarmada açlık ve susuzluk beni bir kez daha sardı. Uçakta sızıp kalmıştım ve baş ağrım geçmişti. Havaalanındaki restoranlarda iştahla yemek yiyenler yüzünden kendimi Sezercik gibi hisseder olmuştum. Bol bol tuvaleti ziyaret edip sıpsıcak musluk suyundan içtim. İstanbul’a gidecek uçağa binerken kısa bir duygu boşalması yaşadım. Memlekete gidiyordum.

Boş uçakta yayıla yayıla İstanbul’a geldim. Uçak iniş yapıp da körük ucunda yapılan mini polis kontrolünden Türk pasaportumu gösterip sıyrıldığımda yaşlar boşalıverdi gözümden. Harbiden de memleket gibisi yokmuş!

Havaalanında beni karşılamaya babam gelmişti. Ailecek şoktaydık. Günübirlik, dünyanın bir ucuna gidip gelmiştim. Oysa başta ne hayallerim vardı. Masa Dağı’na tırmanacak, Ümit Burnu’na gidecek, köpekbalıklarıyla yüzecektim. Elime geçen şey bambaşka oldu. Belki de 100 liranın hesabını yapmayıp Johannesburg yerine Cape Town’a almış olsaydım biletimi, bunları yaşamayacaktım. Ya da en azından biraz gezip tozacak fırsatım olacaktı. Anlayacağınız bu seyahat ile ilgili anlatacak hem çok şey var hem de hiçbir şey yok. Size Güney Afrika ile ilgili hiçbir bilgi veremem. İnsanlarının fırsatçılığı ve başkentlerinden birinin ne kadar tehlikeli olduğu dışında tabi. Ama size harika bir hikaye anlatabilirim. Yürümeyi öğrenmeden koşmamak gerektiğini söyleyebilirim.

Yine de her ne olursa olsun pişman değilim. Evet müthiş bir maddi kayba uğradım ve herhangi bir seyahat gerçekleştirememiş oldum. Ama senelerce anlatabileceğim, uçarı bir hikayem olmuş oldu. Üstelik bu zor durumdan soğukkanlılıkla kendimi kurtarabilmem de kendimle alakalı en gurur duyduğum şeylerden biridir. Şimdiki aklım olsa olaylar eminim çok farklı gelişirdi. Artık daha tecrübeli, daha dikkatli ve daha hazırlıklıyım. Ama belki de bunların yaşanması gerekiyordu. Döndükten sonra bir süre ırkçılığa varan bir nefret biriktirdim ama zamanla bunların da seyahatin bir parçası olduğunu kabullendim. Her seyahat kusursuz olamaz. Hatta sıkıntılar çoğu zaman yakamızı bırakmaz. Ama işte bunları birer anı olarak görmekte fayda var. Başıma gelen bu felaketin bile zaman içerisinde tatlı bir anıya dönüşebildiğine şahit olduktan sonra pek çok probleme karşı umursamaz tavırlar sergiler oldum. Aynı tavra bürünebilmek için sizler de aynı sıkıntıyı yaşamak zorunda kalmayın diye yazıyorum bu satırları da. Seyahat risklidir, bazen tehlikeli bile olabilir. Ama üzerinden zaman geçtikçe tüm yaşanmışlıklar tatlı birer anı olarak kalacaktır.

Cebu -_ Bohol🛳️🛳️_#travel#traveller#in

Not!!!

Bu blog bir rehber değildir. 

Bu blog, hayattaki tutkuları yemek yemek ve seyahat etmek olan birinin maceralarını içermektedir. 

Bu blog, gidemeyenlere tüm çıplaklığıyla seyahati yaşatmak içindir.

Bu blog her şeyden önce kendim için hatırattır!

Yol arkadaşlığı için...

  • Instagram - Siyah Çember
bottom of page