top of page

18-) Kuzey Makedonya

Ohri Gölü

29.02.2020 - 01.03.2020

Hiç planlamadan, programlamadan oldu bittiye getirilen bir seyahat olmuştu Makedonya. Bir akşam vakti oturmacasında adeta yıldızlar dizildi ve eşref saatine denk gelen pederin ısmarladığı uçak biletiyle kendimi yeniden ata topraklarında buldum. Ayrıca, bu seyahatle birlikte Makedonya ikinci turu yaptığım ilk ülke olmuştu. E zaten bu sıfat da Makedonya’dan başka yere yakışmazdı. İşin doğrusu Güneydoğu Asya seyahatimizde Tayland’a ve hatta Malezya’ya iki kez giriş yapmıştım ama bunlar aynı seyahat dahilindeki aktivitelerdi. O nedenle onları saymıyor, payeyi Makedonya’ya ayırıyorum. 

 

Yine de şunu kabul edeyim ki zaten gitmiş olduğum yerleri bir kez daha ziyaret etmeye çok sıcak bakan biri değilim. Belki sınırsız maddi kaynaklara ve alabildiğine boş zamana sahip olsaydım işin rengi değişirdi. Ancak kaynaklarımızı optimum düzeyde değerlendirmemiz gereken mevcut düzende bu biraz lüks kaçıyor. Sözün özü yepyeni bir yeri görmek nazarımda her zaman daha caziptir. 

 

Ancak bu kez rotayı aşina olduğum bir ülkeye kırıyorum. Bunun sebebi de üst paragraflarda açıkladığım oldu bittiydi. Kendi başıma programlar yapmış, biletler almış olsam önceden gitmediğim bir ülkeyi hedeflerdim ama olaylar öyle gelişmedi. Hareket alanının pek dar olduğu bir apar toparlıkla biletler alındı. Bu sefer de böyle olsun. Taş attım da kolum mu yoruldu sanki? Bana uçak biletini ısmarladığınız müddetçe istediğiniz yere gitmeye hazırım.

Ohri

Uçak saatlerim hiç olmadığı kadar iyi denk gelmişti. Cumartesi sabahı 10:00 sularında gidip, pazar akşamı 19:00 civarı geri dönecektim. Pençelerini cuma akşamından boynuma geçiren erken kalkma buhranı ile saat farkından dolayı pazar gününün heba olması tehlikesinden uzak, rahat bir seyahat olacaktı.

 

Başkent Üsküp'e iner inmez İstanbul'dan kiraladığım arabayı teslim almak için Enterprise'a uğradım. Beyaz renkli bir Suzuki Baleno düştü payıma. Araba hem tasarımı hem de performansıyla beni yolculuk boyunca gayet memnun etti.

 

İlk gün planım doğruca Ohri'ye gitmekti. E madem ikinci Makedonya seferine çıkmıştım olabildiğince farklı yerleri hedeflemeliydim. Yol yaklaşık üç saat kadar sürecekti. Hiç vakit kaybetmeden yola çıktım. Açık ama serin bir Balkan  gününde  yöresel ezgiler eşliğinde pek keyifli bir yolculuğa çıkmıştım. Otoban bakımlı ve derli topluydu. Pek araba da yoktu yollarda. Hal böyle olunca hız sınırının da izin verdiği ölçüde gazı kökledim. 

Üsküp kiralık araç

Makedonya'daki yoldaşım

Hazır lafı açılmışken mutlaka üzerinde durulması gereken bir hususa parmak basmadan geçmek istemem. Makedon yollarını övdüm bir miktar ama değinilmesi gereken başka bir nokta da var; gişeler. Takdir edersiniz ki olağandışı bir durum olmasa kalkıp da burada gişeden mişeden bahsedecek halim yok. Havaalanında arabayı aldığım andan Ohri şehir merkezine kadar geçen süreçte 5 ya da 6 defa gişeden geçtim ki yolun ancak yarısı otobanda geçmişti. Her gişe geçişimde 1 ya da 0.5 Euro ücret ödedim. Aynı tarifeye dönüşte de maruz kaldığımı düşünürsek, hiç hesapta olmayan 10 Euro kadar bir meblağı gişelere yedirmiştim. Normalde istikamet üzerinde geçilen her beldede gişeler bulunur ancak bu gişeler yan yol marifetiyle anayoldan ayrılır, böylece yolculuk halindeki araçlar zırt pırt dur kalk yapma zahmetine katlanmaz. Ne yazık ki Makedon kara yolları henüz bunu akıl edememiş yahut etse de gereken aksiyonu alamamış. Anlayacağınız Makedonya yollarındaki bu gişeler gerçekten de tat kaçıran cinsten. Ne yalan söyleyeyim, bir ara epey tedirgin oldum kaç gişeden daha geçeceğim, kaç euro daha kaptıracağım diye.

 

Yaklaşık 1.5 saat kadar seyrettikten sonra otoban dağ yoluna evrildi. Karlı tepelerin arasındaki bol virajlı yollarda tempom epey düştü ancak yoldan aldığım keyif arttı. 3 saat kadar süren yolculuk sonunda Ohri'ye ulaştım. Yol boyunca Balkanlara özgü güzel manzaralara şahit oldum olmasına ama Ohri’ye vardığımda pestilim çıkmış vaziyetteydim. Dönüş yolu da çoktan gözümde büyümeye başlamıştı.

Ohri şehri Ohri Gölü'nün kıyısına kurulmuş minik ve şirin bir belde. Önceki Makedonya ziyaretimde Ohri'yi görme fırsatı bulamamıştım. Ama gerek annemlerden gerek eşten dosttan gerek de internetten hep Ohri ile ilgili güzel şeyler duymuştum. Haliyle beklentiler yüksekti. Gel gelelim diyeceğim odur ki siz siz olun dünyanın en "overrated" yerlerinden olan Ohri'yi yere göğe sığdıramayanlardan köşe bucak kaçının. Tamam şirin, tamam sempatik, tamam ferah ama o kadar da değil be kardeşim. O kadar da değil! Düşünün, serdeki Makedonluk bile bu dramatik tespiti yapmama mani olamadı.

Ohri sokakları

Ohri, Marmaris benzeri tatil beldelerine benzer bir çarşı ile başlıyor. Göl kıyısını ise Büyükçekmece sahiline benzettim, ne yalan söyleyeyim. Genişçe bir yürüyüş yolunun bir tarafı suya açılırken diğer tarafında kısa boylu yazlık evler ile kafeler sıralanmış. Yürümesi zevkli bir yol.

 

Ohri'nin fotojenik olma konusunda epey becerikli olduğunu da itiraf ediyorum. Kıyıdaki iskeleye çıkıp, şehir manzarasını arkanıza alarak hoş fotolar çekilebilirsiniz. Ben de o iskelede epey vakit geçirdim.

 

İskeleden sonra şehir içine daldım. Ohri'nin en hareketli bölümü de burası işte. Göl kenarındaki otantik yerleşim yerinin yanı sıra bu bölgedeki kafeler ile hediyelik eşya dükkanları turistlerin uğrak yerleri. Ve elbette kıyı hattının sonunda başlayan Old Town. Ohri’nin Old Town’ı epey küçük. Taş evleri birbirinden ayıran dar ve serin sokakların sonunda Meryem Ana Peribleptos Kilisesi mevcut. Ohri Antik Tiyatrosu, Aziz Yuhanna Kilisesi ve Aziz Panteleymon Kilisesi diğer tarihi yapılardan.

Ohri çarşısı

Ohri çarşısı...

Old Town gezintimi bitirip sahil tarafındaki kafelerden birine oturup ufak bir kayıntı yaptım. Bir sandviç ve çay ile sakinleştirdim mideyi. Sonrasında hediyelik eşya dükkanlarının birinden elim kadar bir Helen savaşçısı büstü aldım.

 

Dolana dolana arabaya doğru dönüşe geçtim. Ohri işte bu kadardı. Ferah ve cıvıl cıvıl bir göl kenarı, Old Town ve dahilindeki dini/tarihi binalar ile yaklaşık on dakika içerisinde turlanacak çarşısı. Ohri ile ilgili gerçekler bunlar işte. Daha fazlasını iddia edenlere lütfen itibar etmeyiniz.

 

Turistik tenkitlerimi bir yana bırakırsam Ohri’nin aslında kayda değer bir bölge olduğunu da belirtmeliyim. Evvela Ohri Gölü’ne değinmekte fayda var. Ohri Gölü Avrupa’nın en eski gölü olarak biliniyor. Aynı zamanda kıtanın en eski gölü de yine Ohri Gölü. Hatta yakın tarihli bazı arkeolojik çalışmalara göre gölün dibinde bulunan bazı buluntular buradaki insan yerleşiminin Avrupa’daki en eski insan yerleşimi olduğunu göstermekte.

Bir diğer önemli husus da şu ki bugün Slav ırkı mensubu milletlerin neredeyse tamamı tarafından kullanılan Kiril alfabesinin temelleri 800’lü yıllar civarında Ohri’de atılmıştır. Bugünün Çekya toprakları dolaylarında misyonerlik yapan ve sonradan Ortodoks azizlerine dönüşecek olan iki kardeş Kiril ve Metodius, faaliyetleriyle Bulgarların Hristiyan inancına geçmesinde etkili oldukları gibi Slav toplumlarının o güne dek kullanmakta olduğu Glagolitik alfabesine dayanarak yeni bir alfabe de meydana getirmişlerdir. Zamanla, büyük kardeş Kiril’in adıyla anılacak bu yeni alfabe Slav kültürünün de belirginleşmesine zemin hazırlamıştır.

Tüm kaldırımları otopark olarak değerlendirilen Ohri'nin bana son bir oyunu vardı. 25 Dinar kadar otopark parası vermemek için on dakika dolanıp tenha bir ara sokağa park etmiştim arabayı. Görünürde herhangi bir tabela ya da görevli yoktu. Geri döndüğümde ise nereden nasıl geldiğini anlamadığım berduş tipli bir herif tepemde bitiverdi. Meğer ceza yazıp sileceğe iliştirmişler bile. Anlaşılan burası da paralıymış. Berduş, beni alıp yazıhaneye götürdü. Duman altı odadaki at hırsızı tipli herifler 800 Dinar ceza geçirdiler bana. Bu araç kiralama işinden yüzüm belli ki gülmeyecekti.

 

Dönüş yolunda bir ara neredeyse kendimi uykunun tatlı kollarına bırakacak kadar içim geçti. Ancak daha ilginç olanı gelirken geçtiğim bazı yolları dönüşte pas geçmem oldu. Yanlış anlaşılmasın, bilerek yapmış değilim. Tamamen aynı yoldan döndüm ve zaten kullanılacak başka da yol yoktu. Örneğin dağ yolunun tepesinde bir dinlenme merkezi var. Gitmeden babam oradan bahsetmişti. Ohri istikametinde orayı görmüş ama uğramamıştım. Dönüşte belki uğrarım diyordum ama dönüş yolunda aynı yeri görmedim mesela. Farkında olmadan başka bir yola mı girdim yoksa yolun bir kısmını uyurgezer bir vaziyette mi teptim, orasını artık Allah bilir.

Üsküp'e doğru giderken niyetim Tetovo'ya ve belki de Gostivar' da görmekti. Gostivar konusunda pek emin değildim ama yine de kendimi alamadım. Gostivar'da görülecek bir şey olmadığını bildiğimden niyetim, önceki gelişimde gittiğimiz tatlıcıya uğramaktı. Hafızam beni utandırmadı ve rahatlıkla pastaneyi buldum. Hemen önündeki boşluğa yanaştım. Dükkana girip arabayı göstererek park edip edemeyeceğimi sordum. Çünkü Gostivar'da da tıpkı Ohri gibi her taraf otoparka çevrilmişti ve ben yine para verecek bir görevli bulamamıştım. Bu yüzden gergindim. Neyse ki tatlıcı bir sıkıntı olmayacağını söyledi. Trileçeyi hızlıca mideye indirdim. Açıkçası ilk geldiğim seferki kadar başarılı bulamadım bu seferki trileçeyi.

Tetovo ise malum ata toprağı. Es geçemedim. Hava kararmış ve soğuk iyice kendini hissettirir hale gelmişti. Arabayı Alaca Cami yakınlarında sokak arası bir yere park ettim. Alaca Cami'nin avlusuna girip nevi şahsına münhasır camiyi biraz seyrettim. 

 

Tetovo'da pek de başka bir şey yapmadım doğrusu. Merkezde arabayla kısa bir tur atmakla yetindim. Önceden, ismi ironik biçimde “Ali Baba” olan dükkanın adı değişmişti bu sefer. Yeni adını hatırlamıyorum. Önemli olan artık farklı bir ismi olmasıydı zaten.

 

Tetovo sonrası hızlıca Üsküp yoluna düştüm. Tetovo ile Üsküp arasındaki otoyolda mutlak bir karanlık hüküm sürmekteydi. Kilometreler boyunca tek bir ışıklandırma bile yoktu. Dahası pek araba da yoktu yol üzerinde. Bir nebze tedirgin edici bir tecrübeydi.

IMG_20200301_132431.jpg

Krem karamelin kuzeni; kaymaçina...

Üsküp

Kazasız belasız Üsküp'e gelip otelimi rahatça buldum. Arabayı birden fazla tesis tarafından kullanılan otoparka çektim. Yanıma biraz su biraz da nevale alıp odama çıktım. Temiz ve güzel bir odaydı ama manzarası arabayı bıraktığım otoparktan ibaretti.

 

Ertesi gün Üsküp turu için yola düştüm. Otelden çıkışımı yapıp eşyalarımı arabaya bırakırken bir başka sürprizle karşılaştım. Meğer otelin otoparkı da ücretliymiş. Hem de 10 Euro. 10 lanet olası Euro. 10 Euro'ya otopark mı olur be kardeşim? Arabayı kaldırım kenarına park edip ceza yemeyi göze alsaydım daha az öderdim. Adamlar hem ne idüğü belirsiz köhne bir otopark kullandırttılar bana, hem de soydular.

Üsküp foto

Bu manzaraya başka yerde rastlayamazsın...

Otelin dibindeki devasa Büyük İskender heykeli ilk durağım oldu. Burası, önceki gelişimde seyahatimin yüzü olması için koyduğum Instagram fotoğrafının arka planı olma şerefine nail olmuştu. Yeri gelmişken tekrar tarif etmem gerekirse; Vardar Nehri'nin hemen kıyısındaki bu bölge genişçe bir meydan aslında. Meydanın dört bir yanından çıkan kollar şehrin içlerine doğru uzanmakta iken Üsküp'ün en lüks otelleri de bu meydanın yamacında yer tutmuş vaziyette. Meydanın tam göbeğindeki daire şeklindeki platformun üzerinde, Helen savaşçıları tarafından aslanlara karşı korunan silindirik bir kaide bulunmakta. Bu kaide yaklaşık 20-30 metre yükseğe uzanmakta. Kaidenin tepesinde ise atını şaha kaldıran Büyük İskender yükseliyor. 

 

Sözü açılmışken bu büyük fatih hakkında birkaç kelam edeceğim izninizle. Makedon kralı II. Philip’in biricik oğlu olarak M.Ö. 356 yılında dünyaya gelen İskender, yirmi sene sonra suikaste kurban giden babasının yerine tahta geçti. İskender’in söz konusu suikastte parmağı olabileceğine dair bazı teoriler olsa da kesin bir kanıt bulunmuş değil. Yine de İskender’in babasının ideallerine sıkı sıkıya bağlı olduğu su götürmez. Philip tarafından vücuda getirilmiş kudretli Makedon ordusunun başında ilk olarak Yunanistan’ı zapt eden İskender ardından rüyalarını süsleyen mistik doğuya yöneldi. Art arda gelen fetihlerle yenilmez Makedon ordusunu Hindistan’a kadar taşıdı.

 

Söz konusu savaş ve fetih olduğunda Napolyon ve Sezar gibi büyük liderlerin neredeyse tamamının İskender’e öykündükleri söylenir. Hal böyle olunca İskender kime öykünmüştür sorusu akıllara geliyor. Bu soruya cevaben babası II. Philip ilk akıllara gelen seçenek olsa da işin doğrusu bambaşkadır. İskender’in idolü Pers İmparatorluğu’nun kurucusu Kuroş’tan başkası değildi. Bu nedenle İskender İran’ı zapt ettiğinde kendisini doğulu bir hükümdar kılığına sokup, Kuroş’un varisi olarak öne çıkmaktan büyük haz aldı. Bu tercihinde öyle aşırılara kaçtı ki devasa Makedon İmparatorluğu’nun merkezini İran, ülkesini de doğulu bir memleket olarak görmeye başladı. İşin vahim tarafı, sonunu da getiren bu oldu. Ordu bu durumu pek tabi kabul etmedi ve hem askeri hem de idari olarak devlet parçalanmaya, İskender’in sarsılmaz otoritesi de yıkılmaya yüz tuttu.

 

M.Ö. 323 yılında İskender’in beklenmedik vefatı geldi. Ölümüyle ilgili olarak tarihçilerin farklı varsayımları bulunsa da kesin bir bulgu söz konusu değildir. Gömüldüğü esnada ölü değil de felç durumunda olduğu ve aslında diri diri gömüldüğü de rivayetler arasındadır. Her halükarda, hızlı yaşayıp genç ölen bu çılgın adam dünyayı değiştirmiştir. Öyle ki koca Mısır’ı bile ondan sonra Makedon hanedanı yönetecek ve bu hanedandan meşhur Kleopatra çıkacaktır. 

 

Dahasını merak edenler için Jona Lendering’in Kronik Kitap’tan çıkmış olan “Büyük İskender” kitabını önererek bu bahsi kapatıyorum.

 

Bir fun fact ile günümüze dönelim. Makedonya’nın bugün dahi kullandığı resmi bayrağında kırmızı zemin üzerinde sarı renkte resmedilen Vergina Güneşi, İskender’in babası II. Philip’in mezarında bulunan güneş sembolüne dayanmakta. 

 

Diğer bir husus da şu ki yaklaşık bir yıl kadar önce Makedonya’nın adı değişti ve Kuzey Makedonya olarak kullanılmaya başlandı. İşte bu mesele bile İskender’in zamanına kadar uzanıyor. 

Büyük İskender

Tek foto iki fatih; Asya'nın Fatihi ve Gönüllerin Fatihi

Bu noktada yaygın bilinen bir hatayı düzeltmekte fayda görüyorum. Tipik bir Balkan ülkesi olması ve Yugoslavya içinden tomurcuklanması sebebiyle Makedonların Slav ırkına dahil olduğu sanılır. Evet, Makedonlar nispeten Slavlaşmış bir topluluk ancak aslen Helen kültürünün mirasçısı. Anlayacağınız, Yunan. Bu nedenle de Yunanistan ile aralarında bitmek bilmeyen bir husumet mevcut. Yunanistan, Makedonya’nın kendi kültürlerinin bir parçası olduğunu öne sürerken Makedonya ismine de muhalefet ediyor, zira onlara göre kendi topraklarında da Makedonya adlı bir bölge bulunuyor. Uzun süren pazarlıklar sonucu ülkenin adının Kuzey Makedonya olarak güncellenmesiyle bu kriz aşıldı aşılmasına ancak kesin bir uzlaşıdan söz etmek güç.

 

İskender heykelinden sonra Vardar Nehri kıyısında yürüyüş yapmaya başladım. Burası şehrin en canlı bölümü. Nehrin üzerinde pek çok köprü var ve bu köprülerin üstleri heykellerle dolu. Nehir kıyısındaki resmi binaların çatıları, balkonları hep heykellerle dolu. Üsküp heykel konusunda takıntılı bir şehir. Öyle ki adı Heykeller Şehri’ne bile çıkmış. Google'dan bakıp durumu kendi gözlerinizle görebilirsiniz. Bu durum Üsküplülerin tepkisini bile çekmiş hatta. Öyle ki Üsküplüler bu heykellerin kaliteden yoksun, zevksiz ve manasız olduğunu düşünmekte ve hatta bu "heykelleşme" hareketine karşı ara ara protestolarda bile bulunmaktalar. Kendilerinin bu konudaki haklı serzenişlerini, köprü üzerlerindeki heykellere tıklayarak anlayabilirsiniz. Zira içi boş heykellerden çıkan tok sesler nitelik noksanlığını apaçık ortaya koymakta.

 

Elbet şehrin bu denli heykellerle donatılmasının altında yatan sebepler var. Hükümet bu heykelleri bir tür millileşme hareketinin parçası olarak görüyor. Zira zayıf bir Balkan ülkesi olarak Makedonya ve Makedonlar epey bulanık mazilere sahipler. Hükümet Makedonya’yı komşularından ayırma ve nevi şahsına münhasır Makedon ulusunu belirgin hale getirme niyetinde. Bu düşünce anlaşılabilir ancak şehri alelade heykellerle donatmanın bu amaca ne kadar hizmet ettiğini sizlerin takdirine bırakıyorum.

Vardar Nehri

Hazır yeri gelmişken Üsküp'ün en çok hoşuma giden özelliğinden bahsedeyim kısaca. Üsküp, Vardar Nehri tarafından ortadan ikiye ayrılmakta. Nehrin bir tarafı Müslüman mahallesi, diğeri ise Hristiyan mahallesi. Nehir tarafından birbirinden ayrılan bu iki bölge kültürel ve dokusal olarak da birbirlerinden bıçak gibi ayrışmaktalar. Müslüman taraf; Osmanlı mimarisinin hüküm sürdüğü, Türkçenin herkes tarafından bilindiği, gece kulübü yerine çay bahçelerinin bulunduğu, lüks ve zincir markaların olmadığı bölge. Hıristiyan tarafta ise gece hayatı yaygın, global markalar ve yüksek binalar göze çarpmakta. Neredeyse iç içe geçmiş iki bölgenin bu şekilde ve bu ölçüde ayrılıyor oluşu bence çok etkileyici. Balkanlar işte…

 

Müslüman tarafa geçmeden evvel öte yakada kısa bir tur attım. Bu bölgede en dikkat çekici lokasyon Rahibe Teresa Anıt Evi. 1910 yılında Üsküp’te bir Osmanlı vatandaşı olarak doğan Rahibe Teresa’nın asıl adı Agnes Gonca Boyacı’ydı. İrlanda’dan Hindistan’a uzanan serüveni ona Azize unvanını ve Nobel Barış Ödülü’nü kazandırdı. Doğduğu şehir olan Üsküp’te, vaftiz edildiği yerde 2009 yılında açılan Anıt Ev aynı zamanda bir müze işlevi de görmekte ve Rahibe’nin heykelini de bünyesinde barındırmakta.

Rahibe Teresa Anıt Evi

Rahibe Teresa Anıt Evi

Nihayet şehrin Müslüman tarafına attım kendimi. Manzara bir anda baştan aşağı değişiverdi. Değişim hem binalarda hem de insanlarda kendini belli etmekteydi. Diğer tarafta izine rastlanmayan tatlıcılar bir anda mantar gibi bitmeye başladı. Ben de hemen bir tanesine dalıp biraz trileçe biraz da baklavayı çay eşliğinde mideye indirdim. 

 

Osmanlı motifleri taşıyan çarşıda birkaç kez ileri geri yaptım. Önceki ziyaretimde kaldığımız otelin çevresinde bir tur attım. O esnada iki Türk'e adres bile tarif ettim. Makedonya gibi bir yerde insan sabahtan akşama kadar Türk görse yadırgamaz.

 

Biraz dolandım, biraz çay içtim, biraz dolandım, biraz tatlı yedim. Nihayetinde günü tamamladım. Şehirden ayrılmadan önce karnımı doyurmak için Destan'a uğradım. Mekan önceki gelişimdeki gibiydi ama önünde tadilat olduğundan bulmam biraz sürdü. İçeri girip siparişimi verdim. Köfteler bir çırpıda masaya geldi. Yanında Balkanlara ait şopska salata, ayvar ve kızarmış ekmekle birlikte elbette. Leziz köftelerin tadını çıkardım. Lakin geçen seferki ziyaretimizin aksine bu kez yemekten sonra resmen postalandım. Suratsız garson yemeğim biter bitmez masayı toparladı ve adisyonu elime tutuşturdu. Çaresiz hesabı ödeyip kalktım.

Üsküp çarşı

Arabaya dönüp otoparktan aracı çıkardım. Yol üzerindeki bir benzincide depoyu fulleyip havaalanına döndüm. Arabayı park alanına çekip havaalanı içerisindeki acentaya belgeleri teslim ettim. Uçağım için kalan bir iki saati de gidiş alanında uyuklayarak geçirdim.

 

Dönüşüm de gelişim gibi sıkıntısız oldu. Babam beni havaalanından aldı. Bu Makedonya gezisinden bana kalan şey Ohri antipatisi oldu. Ohri'de yaşadığım hayal kırıklığı bana bir kez daha başkasının lafıyla iş yapmamam gerektiğini hatırlattı. Onun dışında Makedonya bildiğimiz Makedonya. Bizden ve sevimli.

Cebu -_ Bohol🛳️🛳️_#travel#traveller#in

Not!!!

Bu blog bir rehber değildir. 

Bu blog, hayattaki tutkuları yemek yemek ve seyahat etmek olan birinin maceralarını içermektedir. 

Bu blog, gidemeyenlere tüm çıplaklığıyla seyahati yaşatmak içindir.

Bu blog her şeyden önce kendim için hatırattır!

Yol arkadaşlığı için...

  • Instagram - Siyah Çember
bottom of page