
24) Katar - Japonya

14.01.2024 - 24.01.2024
Sizlere bir sır vereyim. Ergenlik dönemlerimden bu yana ara ara obsesif takıntılar geliştirdim. Mesela evden çıkmadan ya da dükkanı kapatmadan önce kontrol edilebilecek hatta kontrol edilmesi normal şartlarda akla dahi gelmeyecek şeyleri en az üç tur kontrol etmekten kendimi alamam. İşte bu yüzden bu yazının başlığı beni acayip irite etti ve etmeye de devam ediyor.
Katar ve Japonya mı? Ne alaka abi? Bu ikisi birbirine komşu ülkeler olmaktan çok uzak oldukları gibi kültürel, tarihi vb. akla gelebilecek her tür kriterde en ufak ortak paydada buluşamayan ülkeler. Oysa bundan önce öyle miydi? Güneydoğu Asya tam olarak bu coğrafyadaki ülkeleri kapsıyordu. Balkanlar dediğimde içerikteki memleketlerin her biri kapı gibi Balkan toprağıydı. Oysa şimdi hiçbir ortak başlıkta bir araya gelemeyecek iki ülkeyi kombinlemek durumunda kalıyorum.
Her şey çok ani gelişti. Bir televizyon yahut YouTube programında Japonya’ya denk gelmiş, uzun uzadıya programı takip etmiştik. Nihayetinde babam ortaya bir Japonya fikri atıverdi. Gidilir mi? Nasıldır? En sonunda olası bir Japonya maliyetinin fizibiletisini çıkarmamı istedi benden. Ben de fırsat bu fırsat deyip kolları sıvadım.
On gün ve iki kişi üzerinden bir program çıkarıp görülebilecek şehirler, total maliyet, konaklama seçenekleri vb. kapsamlı bir dosya meydana getirdim. Ardından bu dosya üzerinden hareketle brainstorming seansları başladı. Çok geçmeden Japonya seyahati üzerinde mutabık kalmış, uygun tarih aralığı ve uçak biletleri üzerine araştırmalara başlamıştık.
Diyeceksiniz ki bu Katar da nereden çıktı o halde? Japonya uçuşumuz için en doğru seçenek eski dost Qatar Airways’den başkası değildi. Valla Allah bu Katarlılardan razı olsun. Emirates, Etihad, Singapore Airlines gibi akranlarına nazaran neredeyse yarı fiyatına uçuruyorlar. Bunlar olmasa bizim gibiler için uzak memleketler bildiğiniz hayal olurdu.
Fazla uzatmayayım. Uçak bileti için bakınırken bir de gördük ki dokuz saat kadar bir aktarmamız olacak. Dedik madem bu kadar aktarma var, havaalanında pinekleyeceğimize çıkar hızlı bir şehir turu atarız. Daha sonra dedik ki koştura koştura şehir turu atacağımıza bir gün de Doha’da kalalım madem. Finalde, iki gece Doha’da kalmaya ve ana yemek Japonya’dan evvel Katar’ı ara sıcak yapmaya karar verdik. Bu süreçte Qatar Airways’in stopover hizmetinin de katalizör etkisi olmadı değil. Neredeyse bütün büyük havayolu firmalarının sunduğu bu stopover hizmeti aslında uçak biletlerinizin, aktarma yapacağınız yerde birkaç gece konaklamanıza el verecek şekilde düzenlenmesi yoluyla icra ediliyor. Ancak sadece bu değil. Şehirdeki anlaşmalı otellerde uygun fiyatlı konaklama ve havaalanı transferleri gibi ekstralar da bu hizmete dahil lakin gel gelelim biz Türkler olarak bu ekstralar noktasında devre dışı bırakılmışız. Bunlar yalnızca belli ülkelerden gelenler için sunuluyor ve aramızdan su sızmayan Katarlılar bu hizmetleri bize layık görmekten ne yazık ki imtina ediyor.
Sonuç olarak hiç hesapta olmayan bir Katar molası girmiş oldu araya. Bunu bir mola olarak addediyorum zira hazırlık sürecimizin topu topu %10 kadarını falan Katar’a ayırmışızdır. Malum, terazinin diğer tarafında ağır top Japonya var.
Doha

Wellfind...
Dikine 200, enine 100 kilometre kadar mesafeden ibaret Katar’ın başkenti Doha’ya ayak basan milyonlarca yolcu arasından ancak bir avuç kadarı başka bir uçağa aktarma yapmayıp direksiyonu şehre çeviriyor. Doğrusu biz de o milyonlar arasında sayılırız. Aktarma süremiz diğerlerine göre çok çok daha uzun, o kadar.
Havaalanına entegre metroya geçip görevli memurun yönlendirmesiyle günlük biletlerimizi aldık. Bu görevliler yalnızca havaalanında değil tüm istasyonlarda hazır kıta yolculara yardımcı olmayı beklemekteler. Bu genel bir uygulama mı yoksa tam da bizim gittiğimiz tarihlerde cereyan eden Asya Kupası için alınmış ekstra bir tedbir mi onu ne yazık ki bilemeyeceğim. Ancak bu görevlilerin son derece kibar ve yardımsever olduklarının altını çizmeliyim.
Metroyu beklerken dikkatimizi çeken şeylerden biri bazı vagonların tıpkı İran’da olduğu gibi kadınlara ayrılmış olmasıydı. Yanı sıra bazıları da aile vagonu diye geçiyordu. Ve yine tıpkı İran’da olduğu gibi bu ayrımlara kimsenin pek aldırdığı yoktu.
Cillop gibi Katar metrosu bizi çabucak şehir merkezine ulaştırdı. Otelimize en yakın durağı tespit edip yüzeye çıktığımızda bizi tokat gibi bir sıcak hava dalgası karşıladı. Serin mi serin metronun ardından cehennem sıcağı ile yüzleşince burasının aslında çöl olduğu gerçeğini hatırlamış bulunduk.
20-25 dakika kadar yürüyüp otelimize vardık. Odamıza çıkıp bir müddet dinlendik. Günün kalanı için kabataslak programımızı oluşturup dışarı çıktık. Doğruca metro istasyonuna yürüdük. Bu istasyon otelimize çok yakındı. Takdir edersiniz ki şehirde birden fazla metro hattı bulunmakta ve yalnızca biri havaalanına kadar gidiyor.

Katara meydanı...
Hedefimiz Katara’ydı. Katara Doha’nın tarihi bölümü olarak geçiyor. Böyle olunca insanın aklında şehirden uzak, nispeten ıssız ve sakin bir bölge beliriyor. Oysa Katara hiç de öyle bir yer değil. Evet eski evler, binalar mevcut ve burası Cultural Village olarak da isimlendiriliyor ancak burada da dev binalar, kafe ve restoranlar eksik değil. Katara Square denilen meydanda yerel dans gösterileri, futbol topu ile akrobatik hareketler yapan gençler ve çok sayıda turist bulduk. Burası oldukça canlı ve hareketli bir bölge.
Geleneksel kıyafetleri içinde ellerinde kılıçlarla dans eden Katarlı erkekleri izleyip Katara’nın ara sokaklarına daldık. Yöresel ürünler, hediyelikler satan dükkanların yanında yine kafeler de bulunan bu ara sokaklar aslında dolaşması hoş yerler. Katara Cami ve Altın Cami gibi gösterişli ibadethaneler ve güvercin kuleleri de görülesi yerlerden. Katara aynı zamanda ülkenin meşhur İnci Adaları’na da pek yakın ancak bunları gözlerinizi açık tutup uçaktan izlemekle yetinmenizi tavsiye ederim.
Katara bölgesinde dikkatimizi çeken bir kafe bulup boş bir masaya kurulduk. Yalnızca chapati ve karak satan mekan tam sinemanın karşısında bulunuyor ve önündeki otoparkta dizili duran birbirinden lüks araçlarla gözlere de ziyafet çekiyor.

Chapati ve karak...
Chapati denilen şey Anadolu mutfağında da tanınan bir ürün. Akıtma, çırılta ya da palaçinka adıyla tanıyor olabilirsiniz kendisini. Bunları bilmiyorsanız da krep demem yeterli gelecektir umarım. Küçük boyutlarda pişirilen bu krepler isteğe göre çikolatalı, ballı, peynirli vb. hazırlanarak önünüze getiriliyor. Doymak için tüketebileceğiniz bir yemek değil. Öyleyse en az beş tane sipariş etmeniz gerekecektir. Biz farklı çeşitlerde ikişer tane alıp yanına da karak söyledik. Karak ise en yalın ifadeyle sütlü çay. Hızlı bir atıştırmalık için chapati ve karak son derece ideal.
Karınları doyurmuşken babam yakındaki camide akşam namazını kılmak istedi. Ben de boş oturmaktansa ona eşlik etmeyi seçtim. Abdestleri tazeleyip kutu gibi bir mimariye sahip ufak tefek caminin içine genç bir Arap ile birlikte girdik. Bir köşeye kurulmuştuk ki yöresel kıyafetleri içindeki bu genç adam yanımıza sokulup selam verdi. El kol hareketleriyle üçlü bir cemaat teşekkül etmemizi önerdi. Biz de okey verdik. Yaş haddinden ötürü babama imamlığı teklif etti ama bizimki halihazırda imam pozisyonundaki delikanlıya bırakmayı tercih edip kamet getirmekle yetindi. Gel gelelim artık heyecandan mıdır nedir bilinmez sofu babam iki kez Allahuekber deyip tıkanıverdi. İmam sorgulayan gözlerle arkasını döndüğünde babam tamamen sözleri unutmuş, kalakalmıştı. Delikanlı içinden “Seküler Türkler kamet bile getiremiyor.” diye geçirmiş olacak ki sazı eline alıp kametini de kendisi getirdi. Üstelik el kol hareketleri ve sert bakışlarıyla sanki babamı azarlayarak yaptı bunu. Elbette bizim ki yarıdan sonra kamete eşlik etmeye başlayıp “Aslında biliyorum.” mesajı vermekten geri durmadı ama olan olmuştu bir kere. Bıyık altında sırıtmaktan kendimi alamadığım namazın ardından imamızın çat pat konuştuğu İngilizcesi ile kısa bir muhabbete giriştik. Neredensiniz, turist misiniz gibi standart mevzulardan bahsettik. İmamımız da Katarlı değildi ve açıkçası şu an nereli olduğunu anımsayamıyorum. Babam da fırsat bu fırsat deyip araya bir kamet sokuşturup işi bildiğini cemi cümlemize ispatlamaktan geri durmadı. Ben de heyecanlandığını falan söyleyip durumu toparladım. Camiden ayrılırken hala daha kendini aklama derdindeydi. Son savunması “Bunlar bizden farklı getiriyorlar kameti. Ondan karıştırdım.” mealindeydi. Neticede olan oldu. Move on!
Katara sınırlarını terk ettiğimizde kendimizi kıyı hattında bulduk. Çok amaçlı salon olarak da geçen amfi tiyatronun yanından seyirtip deniz kıyısındaki şatafatlı mekanları teğet geçtik. Hemen ardından Katara Beach ile karşılaştık. Plaj bitişiğinde, epey hareketli bir yürüyüş yolu ve onun da sonrasında tek katlı villalar bulunuyordu. Akşam vakti olduğundan kumlarda kimsecikler olmasa da voleybol fileleri, şezlonglar ve büfeleriyle burasının epey bir potansiyel barındırdığı aşikar. Bir Arap şehrinin göbeği sayılan bu lokasyonda bu denli iddialı bir plaj görmek bizi bir nebze şaşırttı.
Katara Beach nihayete erdiğinde zengin Arap ülkelerinin alametifarikalarından olan devasa oteller ve ışıklandırmalar belirir oldu. St. Regis otelinin hemen önünde kurulmuş panayır alanı çarptı gözümüze. Işıklandırmaları çok daha uzaktan seçilebilen bu alanda ne olduğunu merak ettik. Meğer burası Suudi Arabistan milli futbol takımı için oluşturulmuş bir tür etkinlik alanıymış. Pek hareketli olduğundan biz de bir göz atalım dedik.
Hemen alanın girişinde, plastik shot bardaklarında ikram edilen kahvelerden birer tane kaptık ki kapmaz olaydık. Böyle bir acı, böyle bir burukluk olamaz. Baldıran kahvesi mi bu kardeşim? Sizde nasıl gırtlaklar var!
Ardından alanı kabaca turladık. Yöresel yiyecekler satan tezgahlar, Suudi Arabistan milli takımının geçmişini yansıtan bir bölüm, resmi ürünlerin satıldığı mağaza ve irili ufaklı oyun alanları bulunmaktaydı. Yoğun kalabalık arasında, üzerimdeki Milan eşofmanını görüp takılanlar da oldu.

Kalabalık had safhada...
Ayaklara kara suları indirmiş olmanın verdiği gönül rahatlığıyla günü tamamlamaya karar verdik. Ancak öncesinde karnımızı doyurmamız gerekiyordu. Yakınlardaki metro istasyonuna kadar yürüyüp metroyla Souq Waqif’e gittik. Souq Waqif birbirine entegre halde birden çok çarşı yerinin bulunduğu, aynı zamanda kafe ve lokantaların gırla gittiği, tüm bunların devasa bir meydan ile taçlandığı kocaman bir alan. Aynı zamanda şehrin Arap dokusu en baskın yeri.
Niyetimiz akşam yemeği yemekten başka bir şey değildi başlangıçta. Gel gelelim bu andan itibaren “suk” olarak belirteceğim Souq Waqif’in akıntısına kapılmaktan kendimizi alamadık. Burası muhtemelen her daim belli bir hareketliliğe sahip ancak Asya Kupası sağ olsun onlarca ülkeden taraftar grubu Katar’a akın etmişken ve suk da bu taraftar gruplarının buluşma noktası olmuşken kalabalığın haddi hesabı yoktu.
Taraftarlar, kendi maçlarının öncesinde toplanıp stadyumlara dağıldıklarından suk çevresine ne zaman gelsek farklı bir milletin temsilcileriyle karşılaştık. İlk gecemizde suktaki coşkunun mimarı Özbeklerdi. Karnımızı doyuracak bir yer bakarken kendimizi Özbek taraftarların çekim gücüne kaptırıverdik. Suk sokaklarında sürüklenen kalabalığa dahil olup atmosferin keyfini çıkarmaya koyulduk, tezahüratları kayıt altına aldık.
Tüm bu hengamenin bir noktasında sukun debdebesinden sıyrılıp karşımıza çıkan ilk mekana çöktük. Konumu itibariyle bölgenin en turistik lokasyonunu işgal eden restorana, doğrusu bir nebze gönülsüzce de olsa yerleşiverdik. Ortaya Arap mutfağından bir potpori yaptık ve gecenin sonunda yediklerimizin hiçbirinden memnun kalmadığımız gibi kol gibi de bir hesap ödedik. Bile bile lades olduk anlayacağınız.
Bu kez de tok karnına suku turlayalım dedik. Bir modern sanat şahikası Altın Başparmak Heykeli’ni arkamıza alıp geniş caddeden ilerledik. Hediyelikçilerin yoğun olduğu bir ara sokak bulup magnet, plaka gibi temel ihtiyaçlarımızı giderdik. Doha’nın dahasını ertesi güne bırakıp otele doğru epeyce dolaylı bir dönüş yoluna koyulduk.

Ertesi gün, ilgi çekici mimarisiyle dikkat çeken Katar Ulusal Müzesi’ne bakan otelimizden çıkıp suk tarafına gittik. Önceki akşam pas geçtiğimiz taraflara yönelip bu kez Ürdünlü taraftar gruplarının kalabalığına kapıldık. Bölgenin “suk” isminin hakkını veren dükkanlarını turladık. Pek çok hediyelikçinin, tuhafiyecinin yanı sıra envai çeşit hayvanın satıldığı çok eğlenceli bir kısım da mevcut burada.
Ticari bölgenin çıkışında bizleri epeyce büyük bir meydan beklemekteydi. Akşam saatleri pek hareketli olan bu meydan, saat öğlen olduğundan sakindi. Burada asıl ilgimizi celbeden yer Abdullah bin Zaid al Mahmoud Islamic Cultural Center’dı. Doğrusu buraya neden böyle bir isim uygun görülmüş bilemedim. Yapının göbeğinde sarmal mimariye sahip minaresiyle dikkat çeken bir cami bulunmakta. Caminin girişini ararken alt katta bir banka olduğunu gördük. İslami banka herhalde! Ardından başka bir kapıdan girdik ki burası da cami girişi olmamasına rağmen yaptığımız hatadan ziyadesiyle memnun kaldık.
100-150 metrekarelik bir salondaydık. Az sayıda İslami eser sergilenmekteydi ve biz de burayı bir tür müze sanmıştık. Kabaca bir bakınıp çıkmak üzereydik ki dikkatimi başka bir şey çekti. Usturupluca dizilmiş sandalyeler görüp biraz bakınınca burada sanal gerçeklik gösterimi yapıldığını keşfettim. Selam verip yaklaştık. Ücretsiz olduğunu gördük. Görevli bizi sıcak biçimde karşılayıp sandalyelere buyur etti. Gözlük ve kulaklıktan oluşan setten birer tane getirip anlatım dilini de Türkçeye ayarladı. Gözlükleri kafamıza geçirip kulaklıkları taktık.
Yaklaşık on dakika kadar süren videoda Kabe’nin kısa bir tarihçesini seyretmiş olduk. Hem videonun hem de seslendirmenin kalitesi çok çok iyiydi. Bildiğimiz şeyler olsa da teknolojinin gücüyle atmosferi hissetmek, anadilimizde eşlik etmek benzersiz bir deneyimdi. Nou Camp’ta deneyimlediğim benzerine nazaran burasının çok çok daha unutulmaz olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
En nihayetinde caminin girişini bulup öğle namazı kıldık. Sonrasında deniz kenarına yürüyüp beş para etmez İnci Anıtı’nın paralelinden geçerek limana girdik. Güneş ensemizde boza pişirirken limanı tavaf edip enfes manzaralar önünde fotoğraflar çektik.
İslam Eserleri Müzesi’ne burun kıvırıp uzun bir yürüyüşe koyulduk. Niyetimiz oturacak bir yer bulup serinlemekti lakin böyle bir yer bulamadık. Şehir merkezinin dışına kadar çıkıp yeniden suk taraflarına doğru adımlarımızı hızlandırdık. Kaldırımda yürürken pasaj benzeri bir giriş önünde oturan iki esnaf bize laf attı. Şaka yollu olarak şişko olduğumuzu söylediler. Durumun şaşkınlığını üzerimizden atamadan bir tanesi yanımıza yanaşıp cep telefonunu çıkardı. Kendisine ait bazı göbekli fotoğrafları gösterip bir kaç ay evvel bu halde olduğunu ancak kısa sürede zayıfladığını söyledi. O an örümcek hislerim alarm vermeye başladı.

Kupa coşkusunu yaşayan Iraklılar...
Bize kür gibi bir şeyden bahsettiler. Yakınlardaki bir aktardan bunu alabileceğimizi ve yaklaşık yirmi gün kadar bir başka kürle karıştırıp tüketmemizi söylediler. Ben geçiştirip uzama taraftarıyken babam “Bir dinleyelim.” diyerekten adamlardan bir türlü kopamadı. Harala gürele en sonunda bir tanesi bizi taktı peşine aktara götürdü. 200 metre kadar yürüdük. Önce bir süpermarkete girdik. Oradan, kombinlenecek kürlerden ilkini uygun fiyata aldık. Ardından hemen yakındaki aktara girdik. Anlaşıldı ki esas kesimhane burasıydı.
Bir taraftan bize ürünü itelerken diğer taraftan da Allah, İslam, Türkiye konseptli hamasi bahanelerle diyaloğu güçlendirmeye çabalıyorlardı. Bu süreçte olaya pek müdahil olmadım. En sonunda aktar gün gün kullanılacak miktarı bir A4 sayfası üzerine serip fiyatı söyledi. Fiyat çok değildi. Ta ki bize verdiği fiyatın tek günlük kür fiyatı olduğunu anlayana kadar. O an ben güçlü bir “oha” çekerken babam da nihayet kurulan tezgaha karşı gelme basiretini göstererek nidama eşlik etti. Yan çizmeye başlayıp o kadar paramız olmadığını söyledik. Amaç kısa yoldan topuklamaktı. Ama karşı tarafta uyanık. Nerede kaldığımızı sorup, otele kadar gelip parayı alabileceğini söyledi. O an bende şalter attı. Daha fazla dayanamayıp mevzuya dalış yaptım. Güzel Türkçemden sinkaflı bir sövgü ile araya girip “Akşam gelir alırız.” mealinden bir şeyler söyledim. Agresivitemin arttığını gören üçkağıtçılar geri vites yapma zamanı geldiğine kanaat getirip usulca ricat ettiler. Dükkandan çıkıp olayın muhasebesini yaparak uzaklaştık.
Suk çevresine dönüş yaptığımızda sıcaktan helak olmuş vaziyetteydik. Bir tatlıcıya oturup içecek bir şeyler ile künefe sipariş ettik. Tatlı olmaktan çıkıp börek olmaya doğru evrilecek kadar bol peynirli, az şerbetli koca künefeleri midelere yollayıp yakıt ikmali yaptık. Çevreyi seyredururken bir başka taraftar grubunun işgaline uğradık.
Iraklı grup gitgide büyüyüp genişledi. Bizim de bulunduğumuz tatlıcının masalarına çöküp başladılar çalıp oynamaya. Tezahüratlar falan gırla. Haliyle bir anda kendimizi bu çekim merkezinin göbeğinde bulduk. Afedersiniz kıçı kırık Asya Kupası bile böyle şen şakrak hale getirebiliyorsa ortamı, bir sene kadar önceki Dünya Kupası nasıl bir karnaval olmuştur acaba?
Günün kalanında gökdelenler bölgesi Corniche’de kısa bir tur ve metro aracılığıyla gittiğimiz alışveriş merkezi ile sürdürdük. AVM’nin içerisinde yankılanan ezan sesi bizi epey şaşırttı. Akşama doğru da şehrin belki de en elit bölgesi olan Msheireb tarafında dolaştık. Doha’daki en lüks restoranlar, binalar ve caddeler burada bulunmakta. Bunun haricinde turistik bir unsur vaat etmiyor burası da.
Sabaha doğru otelimizin sağladığı shuttle servis aracılığıyla havalimanına rahatça ulaştık. Ara sıcağı geride bırakıp seyahatimizin ana yemeği olan Japonya safhasına başlamak üzereydik. Ben de haddinden fazla satır ayırdığım Katar bölümünü burada noktalıyorum. Katar ve Doha ile alakalı hislerim beklemediğim kadar olumlu oldu. Birkaç gün ayırarak buraları gezmek hem çok kolay hem de keyifli. Belki de en ideal Katar planı tıpkı bizim yaptığımız gibi başka bir seyahatin öncesine iki ya da üç gün için sıkıştırmaktır. Allah Qatar Airways’den razı olsun!
Tokyo
Bu seyahati kaleme almak benim için epey zorlayıcı oluyor. Katar ile Japonya’yı kombinlemenin bünyemde yarattığı sıkıntıyı zaten vurgulamıştım. Dertlerim bununla sınırlı kalmadı. Japonya içerisindeki turumuz da pek sıradan olmayacaktı. Ülkeye girişi başkent Tokyo’dan yaptık yapmasına ancak geceyi geçirdikten sonra Tokyo’dan hızlıca ayrıldık. Ülkenin diğer bölümlerine öncelik verip, dönüş uçuşumuz da Tokyo’dan olduğundan başkenti en sona bırakma kararı almıştık. Ancak sanmayın ki bu kısa Tokyo duraklamamızda anlatacak bir şey yok!
Uçağımız akşam saatlerinde Tokyo’ya vardı. O kadar rahat bir uçuş oldu ki anlatamam. Güzel yemeklerle karnımızı doyurduk. %30 civarı doluluktaki uçakta adeta at koşturduk. Herkese birer sıra koltuk düşünce bütün uçak sere serpe yattık uyuduk.
Uçaktan inip pasaport kontrolüne doğru yol alırken evvela birincil kontrolden geçtik. Kontrol bankolarına giden hat üzerinde bulunan ekranların başında bekleyen görevliler, uçakta dağıtılan ve yine uçakta doldurduğumuz formları hızlıca check edip sisteme işlediler. Kısa sürede neticelenen bu işlemin ardından asıl kontrol için sıramıza geçtik.
Lise öğrencisi olduğunu varsaydığım çok sayıda görevli bizleri hizaya sokmak ve düzeni muhafaza etmek için canla başla çalışmaktaydı. Sıra bize geçtiğinde önce babam kontrole girdi. Zira ters bir durumda müdahil olabilmek için yakınlarda olmalıydım.
Kısa sürmesini beklediğim kontrol bir türlü bitmek bilmedi. Görevli memur babamın pasaportunu evirdi çevirdi. Çekmeceden monokl benzeri bir aygıt çıkarıp onunla sayfaları tek tek inceledi. Dakikalar akıp giderken duruma mana verememekteydim. Hani Japonlarla kankaydık! Hani Ertuğrul? Tahran Operasyonu? Barış Manço?
Olmadı. Kontrolü geçemedik. Ofisten bir memur çağırdılar en sonunda. Beraber olduğumuzu görünce ikimizi birden ofise çektiler. Oturmamız için bir yer gösterip pasaportlarımızı aldılar. Beklemeye koyulduk. Çok geçmeden bizimle aynı uçakla gelen başka bir Türk aile de peşimizden geldi. Hemen kaynaştık. Meğer onlar bizim gibi turist değillermiş. Adam 30 yıldır Tokyo’da restorancılık yapmaktaymış ve şakır şakır da Japonca konuşuyordu. Buna karşın Japonlar ona da sıkıntı çıkarmaktan geri durmamışlardı. Abimiz de haklı olarak Japonlara güzel bir kaydırdı önümüzde!
Görevli memur iki üç kez yanımıza gelip çeşitli sorular sordu. Bu esnada kibarlığı elden bırakmaması, karşımızda adeta eğilip bükülmesi dikkatimden kaçmadı. Sorularına cevap verip baba oğul olduğumuzu, turist olarak geldiğimizi, çeşitli rezervasyonlarımızın mevcut olduğunu açıkladık. Yarım saat kadar geçtikten sonra pasaportlarımız geldi. Mühür yerine birer küçük etiket yapıştırılmış, ülkeye girişimize müsaade edilmişti.

Japon otellerinin minyatür odaları...
Şimdi de sıra gümrükteydi. Normalde gümrükten paldır küldür geçilir. Lakin Japonlar burada da farklarını göstermekten geri durmamışlar. Orada bulunan kağıtlardan doldurmamız ve bunu gümrük görevlilerine ibraz etmemiz gerektiğini öğrendik. On dakika kadar da bununla uğraştık. En sonunda tüm bu harala güreleyi atlatmayı başardık. Pozitif düşüncelerle gelmiş olmasak tadımız kaçabilirdi belki ama şaşkınlığımız öfkemizi bastırdı. Dost kazığı yemiş gibi hissediyorduk.
Otele gitmek için metroya binmemiz gerekiyordu ki Japonya’nın karmaşık metro sisteminin pençelerinden kaçamadık. Sudan çıkmış balığa dönmüştük ki sağa sola sora sora kendimizi metroya atabildik. Aktarma istasyonunda inip bir sonraki metroya geçerken saat gece yarısını vurmak üzereydi ve metrolar her an sona erebilirdi. Allahtan metro istasyonundaki görevli memur halimize acıyıp bilet almakla vakit kaybetmeyelim diye geçmemize izin verdi. İkinci metromuz böylece beleşe geldi.
Otele varıp yarı otonom resepsiyonda işlemleri yaparak odaya çıktık. Japonya’nın sürprizleri bitmiyordu. Odanın küçük olduğunu biliyorduk ama bu kadarına da hazır değildik. Şöyle izah edeyim; oda tam olarak kulaç genişliğimdeydi. Kollarımı iki yana açtığımda, parmak uçlarımla duvarlar arasında santimler kalmıştı.
Sabah uzun bir yürüyüşle merkez istasyonuna yürüdük. Japonya malumunuz ki trenleriyle özellikle de hızlı trenleriyle meşhur bir ülke. Japonya çapında hizmet veren çok gelişmiş bir tren ağına sahipler ve bunu bir turizm ürününe dönüştürmeyi başarmışlar. Şöyle ki ülkeye gelen yabancı turistlere pass kart satışı yapıyorlar. Çeşitli türleri olan bu pass kartlar sayesinde turistler trenleri ayrıca bilet almaksızın kullanabiliyorlar. Bu sistem tam olarak Interrail’in bir benzeri aslında. Bizim gibiler için gerçekten büyük nimet.
Ta ki verimli şekilde kullanmayı öğrenene dek. Biletimizi İstanbul’dan fiziki olarak almıştık ki online bir usulü yok bu meretin. Japonya’ya gelince istasyonlarda bulunan yetkili kiosklarda aktive etmek gerekli. Abartmıyorum, yaklaşık bir saat kadar istasyonu dört döndük. Japonya’daki istasyonlar birer yer altı AVM’si hüvviyetinde. Hele bir de merkez istasyon söz konusu olunca şehrin tamamına yayılmış devasa bir labirentin içinde gibi hissetmek kaçınılmaz.
Oradan oraya sürüklenir, derdimize çare olacak kimseyi bulamazken terleyip pastırma gibi olduk. İyiden iyiye hafakanlar bastı. Hiç umut beslemeden rast geldiğimiz bir görevliden bir kez daha yardım istedik. Adam düşündü, taşındı. Bakındı durdu. Yok! Kazıklandık mı, böyle bir yer yok mu, diye düşünmeye başlamıştım artık. İngilizcesi olmayan görevli yılmadı. Taktı bizi peşine. Yürüdük, yürüdük, yürüdük. Oradan çıktık, oraya girdik. Ve en nihayetinde aradığımız yeri bulduk. Önceki gece Japonlar kalbimizi kırmıştı ama bu sebatkar adamın hatırına yaşanan talihsiz olayları sineye çekmeye karar verdik.
Biletlerimizi aktive ettiğimizde sıra Kyoto’ya giden hızlı treni bulmaya gelmişti. Bu kez çok zorlanmadık. Peronu hızlıca tespit edip sıraya girdik. Japonya’nın en hızlı trenlerini pas geçmek durumundaydık çünkü onlar için ayrı bir bilet sınıfı satın almak gerekliydi. Bir tık yavaş olan hızlı trenlere binmeye hakkımız vardı. Yine de bu trenlerin hızına hayran kalmamak elde değil. Yüksek Hızlı Tren adı altında İstanbul-Ankara yolunun yarısını 100 km/h altında seyreden üstüne zangır zangır sallayan trenler ile bunların aynı sıfatı taşıması bir parça haksızlık doğrusu. Uçar gibi giden bu trenler aynı zamanda en ufak bir sarsıntı dahi yaratmıyor. Darısı bizim YHT’lerin başına!

Kyoto
İkindi vakti Kyoto’da trenden indik. İlk olarak yakınlardaki otelimize gidip eşyaları bıraktık. Tokyo’da kaldığımız otelin Kyoto şubesinden rezervasyon yapmıştık ve Tokyo’dakinden bile daha küçük bir oda ile karşılaşmayı hiç beklemiyorduk. Asansör kabini genişliğindeydi desem abartmış olmam.
Kyoto’da evvela gelişigüzel dolandık bir müddet. Sonra internetten nereye gidebileceğimize bakındık ve şehirdeki konumları da göz önünde bulundurarak, görülesi diğer her yerden ayrı bir bölgede duran Fushimi Inari Tapınağı’nı hedef belledik. Kyoto’nun kan damarları arasından geçip bir saat kadar tabanları yağladık. Navigasyonun bizi sürüklediği alternatif güzergahları kullanıp tren rayları üzerinden geçtik. En sonunda tapınağa uzanan yürüyüş yoluna vardık.
Bu hareketli yolda aperatif bir şeyler atıştırmak istedik. Bir tür köfte ve kızarmış tavuk ile yetinip tapınağa geçiş yaptık. 700’lü yılların başında açıldığına inanılan bu Şinto tapınağı Japon inanışındaki kutsal tilkilere adanmış bir tapınak. Inari de zaten tilki anlamına geliyor. Bu kutsal tilkilerin tanrılar ile insanlar arasında haberci görevi gördüğüne inanılıyor ki kutsiyetleri de buradan kaynaklanıyor.

Inari'nin sonsuz Torii kapılarında...
Tapınak 1000’in üzerinde Torii kapısına ev sahipliği yapıyor. İki adet sütun üzerinde bulunan bir platform şeklindeki bu kapılar Şinto inanışının bir öğesi olarak dünya hayatından vazgeçmeyi simgeliyor. Zaten bu nedenle Şinto tapınaklarının tamamının girişinde bu kapılardan mevcut.
Lakin Inari’deki Torii enflasyonu almış başını gitmiş vaziyette. Söylenen o ki maddi durumu yerinde olanlar buraya yeni bir kapı ekliyorlarmış. Bizdeki parası olanın cami yaptırması gibi bir olay anlayacağınız. Zamanla kapılar birikmiş de birikmiş, aralarında yürümek pek zevkli bir aktivite haline gelmiş. Fotojenikliği de cabası.
Tapınağın üzerinde kurulu olduğu tepenin zirvesine kadar giden bir patika mevcut ancak akşamın iyice çökmesi nedeniyle biz yolun yarıya yakın bir noktasından tornistan ettik. Tapınak çıkışından uzanan yolu takip edip tren durağına vardık. Sandık ki elimizdeki biletler burada da geçerli. Turnikeye okuttuk, geçtik. Ancak sonradan fark ettik ki makine uyarı veriyormuş. Bir iki geçişi böyle bedavaya getirdik ama sonradan biletlerimizi makineye kaptırırız korkusuyla vazgeçtik.
Kısa bir parantez açacağım bu noktada. Japonya’daki metro turnikeleri bizde olduğu gibi kapalı vaziyette durmuyor. Açıklar. Biletini okutup sorunsuz biçimde geçebiliyorsun. Ancak olur da nasıl olsa yol açık diye çakallık çukallık kovalar beleşe geçmeye çalışırsın, işte o zaman şak diye turnikenin kapıları kapanıyor. Üstelik kapılar öylesine hızlı biçimde kapanıyor ki seri adımlarla geçmek isteyen uyanıkların hiç mi hiç şansı yok. Elbette bu ilginç bir uygulama. Evrensel olanı tersidir, öyle değil mi? Belki saçma bir düşünce olacak ama Japonya’da geçirdiğim süreden sonra bu uygulamanın Japon zihninin bir tezahürü olabileceğine dair teoriler geliştirdim. Sanki Japonlar diyor ki “Bak kardeşim, benim kapılarım herkese açık. Adam olan bu kapılardan geçer gider. Ama hile hurdaya kalkışacak olursan ben bu kapıları kapatırım.” Sahiden de Japonlar kabullenmeye açık insanlar. Ancak ne zaman kuralların dışına çıkarsın, kuralları eğmeye bükmeye başlarsın işte o zaman postayı koyarlar. Bilemiyorum, sadece bir görüş benimkisi.
Trenle Kawaramachi’ye geldik. Burası şehrin en renkli ve modern bölgesi diyebilirim. Bir yandan yürüyüş yaparken bir yandan yemek yiyecek bir yer arayışındaydık. Daimaru adında bir alışveriş merkezi bulduk. Japonya’da benzerlerine rastlayacağımız türden bu komplekslerin en üst katı restoranlara ayrılmıştı. Ancak bu restoranlar fast food değil eli yüzü düzgün restoranlardı. Hemen çıkıp göz gezdirdik. Uygun gördüğümüz bir tanesine yerleştik.
Benzer siparişler verdik. Üstü omlet ile örtülü pilavlardan biri deniz ürünlü, biri otlu olmak üzere iki tane söyledik. Bir porsiyon da karides tempura. Yemekten önce birer bardak miso çorbası geldi. Bu geleneksel çorbayı neredeyse bütün restoranlar kafadan önünüze getiriyor. Bardakla servis ediliyor ve yemekten önce hoş bir içimlik sağlıyor. Karides ise Japonya’da yediğim en harika şeylerden biriydi. Çıtır çıtır ve leziz. Tadına doyamadım ki hazır lafı açılmışken bugün Japon pişirme usulü olarak bilinen tempuranın ülkeye Portekizli denizciler aracılığıyla getirilen bir Portekiz tekniği olduğunun altını çizeyim.
Pilav ve yumurtadan oluşan tamagoyaki ise her ne kadar chopstick kullanımı noktasında bizi zorlasa da lezzetli ve doyurucuydu. Özellikle benim payıma düşen deniz ürünlü olanı pek şahaneydi. Beklenmedik bir sürpriz oldu bizim için.

Kiyamizu-dera Kyoto'nun en kalabalık tapınağı...
Yemekten sonra Nishiki Market tarafına gittik. Kapalıçarşı benzeri bir pazar olan Nishiki’yi kepenkleri indirmek üzere bulduk. Pek çok dükkan çoktan kapanmıştı ve ortalık tenhaydı. Dükkanlardan birindeki Türk çalışanlar bize selam verdiler. Türk olduğumuzu endamımızdan çözmüş olsalar gerek!
Kyoto Kulesi yakınlarındaki Yodabashi’nin zemin katında bulunan Baskin Robbins’ten ikişer top dondurma yedik. Babam aile grubuyla görüntülü konuşma yaparken fırsattan istifade birkaç dakika kestirdim.
Ertesi gün hava kapalıydı. Tüm Japonya seyahatimiz boyunca yağmur gördüğümüz tek gün bu olacaktı. Ancak insanın tadını kaçıran yoğun bir yağış yoktu şansımıza. Otelden çıkıp çantalarla beraber tren istasyonuna gittik. Çantalarımızı kiralık dolaplara koyup istasyon önünden kalkan taksilerden birine atladık. İlk durağımız Kiyamizu-dera Tapınağı’ydı.
Tapınağa çıkan arayolda indik. Burası hınca hınç dolu bir bölgeydi. Dükkanların hepsi tıka basaydı. Tapınağı ziyaret eden her turist bu yoldan geçmek durumundaydı ve haliyle bölge turist kaynıyordu. Vakit kaybetmeden tapınağa geçtik. Aslında buraya tapınak demek pek doğru değil. Daha ziyade bir kompleks Kiyamizu-dera. İçinde tapınakların da bulunduğu büyük bir alan. Yoğun turist baskısı altında, hafif yağmur eşliğinde tapınakların içinden geçip kendimizi sessiz ve sakin patikalara attık. Canlandırıcı doğada dingin atmosferin tadını çıkararak Kiyamizu-dera çevresinde daire çizerek girdiğimiz yerden çıkış yaptık.
Dükkanlardan birinden birer şemsiye kapıp ilk gördüğümüz taksiye atladık. İkinci durağımız olan Nanzen-ji Tapınağı’na kısa bir yolculuk yaptık. Öncekine kıyasla burada çok daha az turist vardı.

Sükunet yuvası Nanzen-ji...
Tıpkı Kiyamizu-dera gibi Nanzen-ji de geniş bir bahçenin içinde bulunuyor. Ana kapıdan geçip bu bahçelere girdik ve dümdüz devam ederek tapınak binasına çıktık. Giriş ücretinin yüksek olduğunu görünce, elimizde kalan az miktarda Japon Yeni’ni de hesaba katarak girmekte tereddüt ettik. Sonunda dayanamayıp biletlerimizi aldık ki iyi ki de öyle yapmışız. Nanzen-ji Kyoto’da sanırım en çok sevdiğim yer oldu.
Tapınak içerisine girerken ayakkabılarımızı çıkarıp bize sunulan terlikleri ayağımıza geçirdik. Tapınak olduğu kadar okul da olan Nanzen-ji’nin ahşap döşemelerinde terliklerimizin çıkardığı takırdamalar eşliğinde turumuza başladık. Filmlerde gördüğümüz gibi kağıttan sürgülü kapılar ardında bulunan odaları ziyaret ettik. Herhangi bir koltuk ya da sandalyenin yer almadığı bu odalara yalınayak girilerek bağdaş usulü oturulabiliyor. Duvarlarda buram buram Uzak Doğu kokan enfes resimler bulunuyor.
Bahçeye çıktığımızda Japonların dillere destan bahçecilik sanatından izler gördük ve büyülendik. Bitkileri nasıl özenle konumlandırdıkları, milim milim budadıkları ve çevre düzeninde kullandıkları binlerce çakılı tane tane yerleştirdiklerini görünce dibimiz düştü diyebilirim. Pek çok ziyaretçi gibi biz de ana bahçe çevresine tüneyerek bu kendi halindeki bahçenin cazibesine kapılmaktan kendimizi alamadık.
Binaları birbirine bağlayan tahta iskeleler arasında ilerleyip diğer binalara geçtik. Yağmur suyunu toplamak için çatılara bağladıkları incelikli ekipmanları takdir ettik. Tapınağın tarihçesini anlatan sinevizyon gösterisini izledik. Yaklaşık 5 dakika kadar süren gösteri son derece sade bir İngilizce ile aktarılmıştı ve çok etkileyici bilgiler sunuyordu. Örneğin,tapınak bahçesinde bulunan su kemerlerinin yıllar yıllar önce şehre su taşıma amaçlı yapıldığını öğrenip çıkışta bunları da ziyaret ettik.
Bir sonraki durağımız olan Ginkaku-ji için yola koyulduk. Mümkün olduğunca caddeler üzerinden ilerleyip para bozdurabileceğimiz bir yer aradık. Bankalara sorduk, marketlere sorduk ama nafile. Japonya’da ha deyince para bozdurmak pek mümkün değil ne yazık ki.
Para bozduramadan Ginkaku-ji önlerine kadar geldik. Giriş ücretine paramız çıkışmadı. Köşedeki kafede birer çay içip boynumuz bükük şekilde ayrıldık.
.jpeg)
Ginkaku-ji ile Nanzen-ji arasında bu iki tapınağı birbirine bağlayan bir yürüyüş yolu var. Bu yola Filozoflar Yolu deniyor ama neden böyle bir isim uygun görülmüş bilemiyorum. Bu yol üzerinde daha pek çok tapınak, mabet ve sunak da mevcut ancak bunların her birini ziyaret etmek imkansız. Kaldı ki Kyoto’daki pek çok yeri ıska geçmek ve sayısız lokasyon arasından özenle tercih yapmak durumundasınız. Aksi takdirde bu şehre en az on gün ayırmanız gerekebilir.
Sıradaki durağımız Heian Tapınağı yahut diğer bir adıyla Heian Bahçeleri. Cepte para kalmamış vaziyette buraya geldiğimizde ikinci bir hayal kırıklığına kendimizi hazırlamıştık fakat şans yüzümüze güldü. Bilet gişesinin yakınına kondurulmuş para bozdurma makinesinde bir miktar para bozup rahata erdik. Biletlerimizi alıp tapınak girişine doğru yöneldik.
Tapınak bölümünde Japon bir abimiz bize yanaşıp selam verdi. Japonya standartlarına göre harikulade sayılacak İngilizcesi ile bize tapınak hakkında bilgi verdi. Evli çiftlerin ilk olarak burayı ziyaret ettiği gibi küçük notlar ile bizi mutlu etti. Benzer bir durumu Osaka’da da yaşadık. Japonların her biri birer tur rehberi sanki. Yabancılara yanaşıp bilgi vermeyi, sohbet etmeyi çok seviyorlar.
Tapınak sonrasında bahçelere doğru geçiş yaptık. Mevsim şartları gereği fazla renk barındırmayan bahçeler bu haliyle bile çok güzeldi. Göletler çevresinde dolanan patikaları takip ederek çıtın çıkmadığı bu yemyeşil diyarı solumak çok hoştu. Atmosfer öylesine kuvvetli ki sanki bir yağmur ormanının derinliklerindeymiş hissi uyandırıyordu insanda. Yer yer kondurulmuş çardaklarda mola verme imkanı da tanınmış. Bu imkandan istifade ederken babam açık havada efil efil bir öğle namazı kıldı. Japonya’nın bağrındaki bir Şinto tapınağının bahçesinde öğle namazı! Dinler arası diyalog bu değilse nedir?

Allah kabul etsin...
Heian karşısında yükselen devasa Torii Kapısı’ndan geçip şehir merkezine doğru yürüyüşe geçtik. Yol bizi Yasaka Mabedi’nin önüne çıkardı. Burayı da gezip yola devam ettiğimizde Gion adı verilen bölgenin içindeydik. Burası Kawaramachi’ye doğru uzanan, hareketli bir cadde. Pek çok restoran bulunmakta yol üzerinde. Biz henüz acıkmadığımızdan tatlı bir şeyler atıştırmak istedik ve birer dango kaptık. Dango, pirinçten yapılan mochi topaklarının sıcak tatlı soya sosuna bandırılmasıyla yapılan ve bir çubukta üç parça olarak satılan pratik bir tatlı. İlk başta pek ısınamadım ama yedikçe kendini sevdirdi. Lokum kıvamındaki dokusu ve üstünü kaplayan sos vurucu özellikleri. Denemeden evvel size bir tüyo vereyim. Dango tezgahlarının neredeyse hepsinin önünde maket dangolar dizili halde. “Bakın biz bundan satıyoruz.” dercesine inci gibi dizmişler namussuzlar. Ben de ilk dango alışverişimde bunları gerçek sanıp parayı verdikten sonra iki tane kapmak üzereydim ki satıcı çocuk beni uyardı. Aynı tongaya siz de düşmeyin.
Kyoto’da işimiz bitmişti artık. Akşam treniyle Osaka’ya geçiş yapacaktık. Taksiyle tren istasyonuna gitme niyetindeydik ama Japon taksi çevirme sanatına aşina olmadığımızdan ötürü olsa gerek hiçbir taksi bizi almaya yanaşmadı. Sonunda metroyu kullanmaya karar verdik.
Rivayet odur ki Japonya’ya atılacak atom bombalarının hedefleri belirlenirken Kyoto da olası adaylardan biriymiş ancak bu şehrin manevi öneminin farkında olan bir Amerikan generali yahut bakanı Kyoto’yu listeden çıkarmış. Bugün de Kyoto için Japonya’nın “ruhani başkenti” unvanı kullanılır. Sayısız tapınak, mabet vb. bu yakıştırmayı haklı çıkarıyor çıkarmasına ama Kyoto’nun en nihayetinde bir büyük şehir olduğunu aklınızdan çıkarmayın derim.
Osaka
Kyoto’dan Osaka’ya trenle yarım saatte ulaşılabiliyor. Bir akşam treniyle kısa sürede Osaka’ya geçtiğimizde daha trenden inmeden buranın bir metropol olduğunu fark ettik. Devasa istasyonda yolumuzu zar zor bulup ilk iş olarak yemek katına çıktık. Hoş bir suşici bulunca daha fazla aramadan içeri dalıverdik.
Evvelden suşi yemişliğim vardı ama Japonya’da suşi yemek haliyle başka bir deneyim. Ortaya karışık bir porsiyon suşi söyledik. Yanına kendime kadar sake söyleyip önümüzdeki tezgahta kanlı canlı suşi hazırlayan şefleri izlemeye koyulduk. Dakikalar içinde misolarımız ve sakem geldi. Diğer neredeyse her şey gibi pirinçten yapılan alkollü bir içecek olan sake Japonların milli içkisi. Çok sert olmayan berrak bir içecek. Bana çok hitap etmedi ama elbette denemek şarttı.
Hemen peşine suşilerimiz de geldi. Sizlere hemen bir başka tüyo daha vereyim. Suşi yanında her zaman soya sosu ve wasabi getirilir. Makbul olan bir miktar wasabiyi soya sosunda eritmektir. Ardından suşiyi soyaya bandırdığınızda hem soyayı hem wasabiyi almış olursunuz ki bu yolla wasabi suşi üzerine çok daha homojen nüfuz eder. Ayrıca pirinci değil de balığı soyaya bulamak bir diğer dikkat edilesi husustur lakin bizim chopstick becerilerimiz henüz o kadar gelişmiş değildi.

Suşileri zevkle mideye indirdik. Öyle ki ikinci tabağı da söyleyip onu da yalayıp yuttuk. Ülkemizde pek sıcak karşılanmayan, bir dönem “yiyenin beyni kurtlanıyormuş” propagandasına maruz kalan suşiyi yerinde yiyince ikimiz de pek beğendik. Ancak burada bizim yediğimiz gibi Japonya’nın genelinde de yaygın olan suşi türünün nigiri olduğunun altını çizmiş olayım.
Taksiyle otelimize geçtik. Üç gece burada kalacağımızdan oteli mümkün olduğunca büyük odalısından seçmiştik. Ancak elbette üç günü Osaka’da geçirmeyecektik. Osaka bizim için bir üs konumundaydı. Günübirlik olarak diğer şehirlere gidecek, en sonunda Osaka’yı gezip Tokyo’ya geri dönecektik.
Ertesi gün doğruca tren istasyonuna gittik. İstasyonda iyi bir kafe bulup çeşitli hamur işleriyle karnımızı güzelce doyurduk. Buradan o kadar memnun kaldık ki sonraki iki gün de kahvaltıya buraya gelecektik.
Hiroşima
Osaka merkezli gezintilerimizin ilk ayağı için Hiroşima’yı seçmiştik. Hızlı tren sağolsun konforlu ve seri biçimde Osaka-Hiroşima yolunu aldık. Hiroşima’da trenden indiğimizde şehrin kalbine nasıl gideriz diye bakınırken tombul bir görevli hanım yanımıza sokuldu. Pek güleç bir edayla bize yardımcı olmak istedi. Gideceğimiz yeri söylediğimizde bize otobüs ve tramvay seçeneklerini sundu. Tramvayı seçip hanımefendiye teşekkür ettik.
Tramvaya bindiğimizde bu kez kondüktör tarafından karşılandık. Evet, doğru okudunuz, tramvayda kondüktör var. Kumbarayı andıran ödeme kutusu için bozuk paraları ayarlamaya çalışırken ücretin inişte ödenmesi gerektiğini öğrendik. Boş bir yer bulup oturduk.
İneceğimiz durağa yaklaşmıştık ancak bu durak mıydı şu durak mıydı tereddütü içerisindeydik. İstifimizi bozmamıştık ki kondüktör ışık hızıyla yanımızda bitti. İneceğimiz durağın bu durak olduğunu söyledi. Alelacele araçtan inip bozuk paraları kondüktörün eline tutuşturdum. Sen git bizim ineceğimiz durağı aklında tut, iniyor muyuz inmiyor muyuz diye kolla, inmeyince de müdahale et, tüm bunları bir de gülümseyerek yap. Helal!

Hiroşima'nın simgesi, Dome...
Dome, Hiroşima şehrinin adeta yüzü. Atom bombası tarafından sakat bırakılmış bu harabe yapı tam bombanın patladığı noktanın altında kaldığı için yıkılmaktan kurtulmuş ama viraneye dönmüş. Japonlar da herhangi bir restorasyona girişmeyip olduğu gibi bırakmışlar. Ziyaretimiz esnasında kafile halinde gelen ilkokul öğrencileri de buradaydı. Yalnızca burada değil Hiroşima’nın elim mazisini hatırlatan tüm yadigarların önünde, çevresinde grup grup öğrencilere rastladık. Japonların küçük çocukları Hiroşima’ya götürüp vatan millet aşkı aşıladığı efsanesi doğruymuş.
Motoyasu Nehri’nin kıyısından ilerleyip Barış Anıt Parkı’na vardık. Parkın köşesinde bulunan iki katlı bir binaya girip buradaki sergiyi dolaştık. İşin aslı bu bina patlama esnasında doluymuş. Burada çalışan herkes ölmüş ancak tek bir kişi kurtulmuş. Şans eseri o an bodrum kata inmiş olan bir çalışan bombadan sağ çıkmayı başarmış. Binanın bodrum katına da inmek mümkün. Burada hikaye, birinci ağızdan anlatılıyor ve pek çok resimle destekleniyor.
Parkın içine girdiğimizde buranın dört bir yanında çeşitli eserler olduğunu gördük. Barış Çanı, Barış Alevi, Çocuklar Anıtı, Korelileri Anma Anıtı vb. Adım başı ayrı bir hatırat var burada ve hiçbirini pas geçmek istemiyor insan.
Parkın yıldızı ise pek tabi Barış Müzesi. Birbirine geçen karanlık hollerden kurulu bu müzenin barındırdığı acı tarif edilemez. Bombadan zarar görmüş insanların resimlerine bakmak her babayiğidin harcı değil. Soyulmuş deriler, kararmış dokular, çengele dönüşmüş tırnaklar, patlama sonrasını betimleyen çizimler, yalnız patlama anına değil yıllar sonrasına uzanan hikayeler, büzüşmüş çelikler ve daha niceleri… Burada yaşananları hayal etmek bile çok güç. Hiçbir günahı olmayan, kendi halindeki sıradan insanların ansızın tepesine çöken cehennem… Sadece orada bulunan insanları değil henüz ana rahmine dahi düşmemiş nesilleri etkileyen benzersiz bir yıkım. Ölümün bile hayırlısını dilemenin ne denli yüce gönüllülük olduğunu insan burada çok iyi anlıyor.




Parkı karış karış gezip, selam veren Japon çocuklarla şakalaştıktan sonra sıra şehirdeki ikinci durağımız olan Hiroşima Kalesi’ne gelmişti. Çevresi suyla dolu hendeklerden meydana gelen kaleye tahta bir köprü aracılığıyla geçiş yapılıyor. Avlunun hemen sağ tarafında bulunan yapıya girilirken ayakkabıları çıkarıp hazır bulunan terlikleri giymek icap ediyor.
Avluyu takip ettiğimizde şapel benzeri tek katlı bir yapı içerisinde ayin yapıldığını gördük. Geleneksel kıyafetlerini giymiş görevli ana dilinde dualar okurken içeriyi ağzına kadar doldurmuş 100 kadar takım elbiseli Japon ona eşlik etmekte. Dua bitiminde rahip kalabalığı kabaca üçe ayırıp her bir kıtayı melodik sesler eşliğinde ayrı ayrı kutsuyor. Giriş bölümünde bulunan, üstü birbirine paralel ahşap ızgaralarla kaplı sandık ise standart bir Japon ritüeline ev sahipliği yapmakta. İnsanlar bu sandık içine bozuk para fırlatıp ellerini birbirine çırparak özgün bir ibadet biçimi gerçekleştiriyor. Bu sandığa ve aynı uygulamaya Japonya’nın dört bir yanında şahit olmak mümkün.
Avlunun devamında ana kale yükseliyor. Elbette o da ziyarete açık ancak biz kale istikhakımızı Osaka’ya saklayıp derinlere ilerlemekten vazgeçiyoruz. Zira yorgunluk ve açlık kadar uzun Osaka yolculuğu da bizi kısıtlayan ana etmenlerden.
Sıra geldi karınları doyurmaya. Bunun için Okonomimura’ya gidip okonomiyaki yeme niyetindeydik. Bu vesileyle şehrin iç kısımlarını da gezmiş olduk.
Okonomimura, yanlışım yoksa okonomiyaki cenneti manasına geliyor. Burada sayısız okonomiyaki dükkanı olduğunu öğrenip doğruca buraya gelmiştik. Pazar benzeri bir atmosfer beklerken hiç ummadığımız bir manzarayla karşılaştık. Okonomimura şehrin göbeğinde dört katlı bir binadan başka bir şey değil. Tereddütle içine girdik. Teker teker katları çıktık. Her bir katta sayısız okonomiyaki dükkanı bulunduğunu gördük. Pasajı andıran bu çılgın binanın her katında deli gibi okonomimura pişiriliyor.
Bir iki katı turlayıp mekanlardan birine çöreklenme derdindeydik. Ortalık genelde boştu. O yüzden istediğimiz yere oturabilirdik ama her yerde yazılar Japonca olduğundan ne yapacağımızı bilemedik. Sonunda İngilizce menüleri olduğuna dair uyarı asmış bir dükkana rastladık. Üç tane tonton teyze tarafından işletildiğini görünce kanımız ısındı. Plate ızgaralar çevresine sıralanmış taburelerden birine yerleştik. Eşyalarımızı, müşteriler için ayrılmış sepetlere koyduk ki bunun genel bir uygulama olduğunu atlamayayım.
Hızlandırılmış okonomiyaki...
Menüden karidesli birer okonomiyaki sipariş edip izlemeye koyulduk. Hemen gözümüzün önünde hazırlanan yemeği zevkle seyrettik. Tam bir sokak yemeği niteliğinde olan okonomiyaki ilk olarak, yemeğin temelini meydana getiren bir parça krep ile başlıyor. Pişen krep üzerine avuç avuç sebze koyuluyor. Ardından karidesler ve en sonunda noodle. Dilerseniz de yumurta. Tüm seyahatimizde yenmesi en zor yemeğimiz kesinlikle buydu. Çatal kaşık yoktu ve suşi neyse de böyle bir yemeği çubuklarla yemek hiç kolay değildi. Lezzeti ise tatmin ediciydi. Özellikle de yanında verdikleri soslarla beraber yemek sınıf atlıyordu. Doyuruculuk ise 10/10. Tipik bir sokak yemeği işte.
Hiroşima’ya veda ederken, Nagazaki’yi dışarıda tutarsak bu şehrin bir benzerini yeryüzünde bulamayacağımı hatırlayıp asla da bulamamayı ümit ettim. Tüm bu atom bombası hikayelerini filmlerde izleyip, kitaplarda okumak başka, canlı canlı şahit olmak bambaşka. Japonların Hiroşima’yı “barış” ile donatmış olması ve “barış olacaksa geçmişi affediyoruz” mesajı vermesi de takdire şayan.
Bununla beraber buraya kısa bir ekleme de yapmak istiyorum. Atom bombasını herkes bilir ama Tokyo’daki 1945 yangınını pek kimse bilmez. O zamanlar ahşap temelli mimariye sahip olan Tokyo, Amerika’nın Fransız kökenli DuPont şirketine yaptırdığı napalm bombalarıyla cayır cayır yakılır. Savaş sonrasındaki yıllarda, Tokyo’da düzenlenen bir fuarda yine aynı DuPont firması yeni bir ürün tanıtır; yangına dayanıklı akıllı elbiseler. Bunu dalga geçer gibi Tokyo’da yapar. Mehmet Karahanlı’nın dediği gibi barış romantiklerin lafıdır, savaş ise çağımızın gerçeğidir…
Nara
Ertesi gün yine Osaka üzerinden pass kartlarımızın geçerli olduğu banliyö treniyle Nara’ya geçtik. Yol yaklaşık 45 dakika kadar sürdü. Bu pass kart işi gerçekten çok çok iyi. Japonya’ya gitme niyeti olan herkesin bunlardan mutlaka alması gerekir.
Nara tren istasyonu şehrin göbeğinde bulunuyor. Zaten Nara; Tokyo, Osaka gibi büyük biraderlerine kıyasla şehirden çok kasaba ebatlarında. Japonya’nın bir dönem başkentliğini yapmış bu kent artık tamamen bir sayfiye yeri olmuş.
Tren istasyonunun hemen karşısından uzanan cadde tüm turistlerin akın ettiği doğal hedef konumunda zira Nara’daki tüm turistik zenginlikler bu yolun ilerisinde bulunuyor. İlk olarak yolun sol tarafında Kofuki-ji bulunmakta. İçine girmeye yeltenmeyip dışarıdan seyretmekle yetindik.
Yola devam ettik ve Nara’nın esas hazinesine çıktık, Nara Park. Nara kutsal sayılan geyikleriyle ünlü bir yer. Bu geyikler Nara Park boyunca özgürce yayılabiliyorlar. Diledikleri gibi gezip tozmakta serbestler. Turistler ise park içerisinde satılan geyik bisküvilerinden alıp bu hayvanları besliyorlar. Biz de kaptık iki paket bisküvi haliyle. Daha paketini açmaya fırsat bulamadan bir tanesi yanıma yanaştı bile. Hayvan akıllı. Tezgahı kurmuş, nevalenin nerede olduğunu biliyor. Bisküvi gördü mü yapışıyor çünkü arz ne kadar yüksek olsa da talep de yüksek burada.

Geyikleri sıra sıra besledik. Kutsal olup olmadıklarını bilemem ama Nara’nın geyikleri uysal olduğu kadar sevimliler de. Japon adabından paylarını da almışlar üstelik. Bisküviyi kaptıktan sonra basıp gitmiyorlar. Başlarıyla size teşekkür de ediyorlar. Siz de onlara ediyorsunuz.
Dediğim gibi Nara Park gerçekten büyük. İçinden yollar geçiyor. Hediyelikçi dükkanlar bulunuyor. Geyikler ise tüm parka yayılmış vaziyette. Tam anlamıyla “ekmek elden su gölden” hayatı yaşıyorlar. Bisküvi turistin elinden, su parktaki göletten.
Parkın içerisinde bulunan en önemli yapı Todaiji Tapınağı. Buraya atfedilen iki rekor var. Birisi tapınağın dünyadaki en büyük ahşap yapı olduğu, diğeri de içindeki Buda heykelinin dünyadaki en büyük bronz Buda heykeli olduğu şeklinde.
Biz hakkımızı Todaiji’den yana kullandık ama parkın içinde başka tapınaklar, mabetler de mevcut. Gel gelelim işin doğrusu şu ki Nara demek geyik demek. Parka gelip geyikleri besleyin, okşayın, gidin.
Instagram’da ara ara karşıma çıkan Japon bir abi var. Bu abi pirinçten yapıldığını söylediğim Japon tatlısı mochi yapıp satıyor. Üstelik bunu öyle büyük bir şevkle yapıyor ki bu meslek aşkı ona şöhretin kapılarını açmış. Mochi hamurunu iki, bazen de üç kişi beraber öyle bir dövüyorlar ki… Tokatlar, çığlıklar, nidalar gırla. Haliyle dükkanın önünde daimi bir kalabalık var. Parka doğru giderken görmüştük ilk olarak. Pek şaşırmıştım çünkü bu adamın Nara’da olduğunu hiç bilmiyordum.
Hamur dövme ritüellerini saat saat dükkanın camına yazıyor bu arkadaşlar. Bu sayede şovu izlemek isteyen turistler belirtilen saate göre toplaşıyor ve ardından dağılıyorlar. Parka doğru giderken biz bir tanesini ucundan yakalayabilmiş, pek tadını çıkaramamıştık. Dönüşte baktık önü bomboş, pek hareket yoktur diye tahmin ettik. Yine de bakınmak için önünde geçerken pat diye şova başladılar. Turistler bir anda toplaşırlarken biz şans eseri en önde kaldık. Pata küte dövdükleri hamurdan birer tane de mideye indirdik. Lakin mochi tatlısını bu sade haliyle pek sevdiğimi söyleyemem.
Osaka
Nara turumuz haliyle kısa sürdü. İkindi vakti Osaka’ya dönüş yaptık. Günün kalanını Osaka’ya ayırmak istedik ve Dotonbori’ye gittik. Adını ortasından geçen nehirden alan ve yine aynı nehir tarafından ikiye ayrılan Dotonbori her daim kalabalık ve canlı bir cadde. Biz bir tur git gel yapıp ne yiyeceğiz derdine düştük.
Hem yemek yiyelim hem gezelim diye Kuromon Market’e gittik. Lakin geç kalmıştık. Çoğu dükkan kepenkleri indirmişti. Açlığımız sürerken bir de Shinsaibashi’yi turladık. Baktık yiyecek bir şey bulamıyoruz, otel yakınındaki McDonald’s imdadımıza yetişti. Yetişti ama yetmedi. Marketten aldığımız öteberiyle takviye yaptık.

Dotonbori her daim hareketli...
Önceki akşam steakhouse benzeri bir lokanta bulup fajitayı andıran yemekler yemiştik. Genel olarak fena değildi ama et ve pirinçten oluşan diğer bir yemeğin üzerine yaptıkları yumurta beyazı köpüğü bizi neredeyse kusturacaktı. Bir diğer Osaka akşamında ise dashi temelli yapılan pirinçli bir çorba içmiştik. Su içseydik de aynı verimi alırdık muhtemelen.
Osaka’daki son günümüzü Osaka Kalesi’ne ayırdık. Ülkedeki en önemli kalelerden biri olan Osaka Kalesi Hiroşima’daki benzeri gibi hendeklerle çevrili. Kale avlusuna girer girmez beyaz renk kalenin heybeti kendisini belli etmeye başlıyor. Bu renk düzeni hayranlık uyandırıcı cinsten. Haliyle kale çevresinde hiç durmayan bir fotoğraf telaşı var.
Giriş için uzunca bir kuyruk vardı ne yazık ki. Mecbur girdik bu kuyruğa. Ortalara kadar gelmişken elimizdeki pass kartlar sayesinde ekspres geçiş yapabildiğimizi keşfettik. Görevliye sorduk ve onun yönlendirmesiyle ayrı bir bilet gişesine geçip daha fazla beklemeden kaleye giriş yaptık.
Asansör vasıtasıyla belli katlara çıkıp gerisini merdivenlerle çıktık. Kalenin en yüksek balkonu hoş bir manzara potansiyeline sahip ancak Osaka’da bu yükseklikten seyretmeye değecek bir zenginlik yok.
Balkon sonrası katları birer birer inerken kalenin müzeye dönüştürülmüş katlarını da turladık. Burada elbette ana tema Savaşan Beylikler Dönemi. Bu konuya fazla girmeyeceğim zira yazı epeyce uzadı. İlgilenenler için Netflix’te enfes bir belgeseli mevcut, öneririm. Biz de pederle takribi olarak 2023 mayısında Datça’da bu belgeseli seyretmiştik. Aylar sonra kendimizi Japonya’da bulduk. Kaderin bir cilvesi işte.
Kalenin giriş katına indiğimizde müzenin hediyelikçisinden samuray figürü dahil ufak hediyelikler aldık. Müzenin mührünü broşürlerimize vurduk. Japonya genelindeki bu uygulama, turistik yerlere konulmuş mühürleri defterinize, kitabınıza vb. vurmanızı sağlıyor.

Kaleden çıktığımızda ani bastıran yağmura yakalandık. Avlu içindeki, bünyesinde hediyelikçi ve kafe barındıran binaya daldık diğer herkes gibi. Hediyelikçileri dolaşıp eşe dosta chopstickler aldık. Yetmedi üstüne bir de isim yazdırdık. Japonya’dan alınabilecek belki de en ideal hediyeyi yakalamıştık.
Yağmur dinince yeniden bahçeye çıktık ve boş bir bankta biraz soluklandık. Tam bu esnada orta yaşlı bir Japon yanımıza sokuldu. Selam verdi. Türk olduğumuzu öğrenince bazı temel Türkçe sözcükler söyleyerek yakınlık kurdu. İsmi Masakusa’ymış. Japonya’daki gönüllü rehberlerden olacak ki kale hakkında bilgi vermeye başladı. Neyse ki fazla uzatmadı. Kendisiyle kısa bir lafladık, ardından yoluna baktı. Kültürünü aktaracak yeni yabancılar bulmak üzere avluda dolanmaya devam etti.
Osaka Kalesi tüm günümüzü almıştı. Daha önümüzde uzun bir Tokyo yolculuğu da vardı ki bu yüzden doğruca tren garına gittik. Mide kazıntımızı dindirmek için Osaka’nın meşhur takoyakilerinden bir kutu aldık ki almaz olaydık. Takoyaki denen meret çiğ hamur topakları içindeki çiğ ahtapot parçalarından oluşuyor. Üstüne sos mos da gezdiriyorlar ama nafile. Yani çiğ yemek yemeye alıştık ama bu kadarı biraz abartı olmuş. Sanki “Bizde her şey çiğ zaten, dayanalım moruk çiğ ahtapotu!” demiş birileri. Yenmesi zahmetli, lezzet yok. Velhasıl kelam, takoyakiden uzak durun.
Yetmezmiş gibi bir kazık da limonatadan yedim. Babam kahve içerken ben limonata sipariş ettim ve garson kız limonatayı sıcak mı yoksa soğuk mu istediğimi sordu. Soruyu algılamakta zorlanıp soğuk istediğimi belirttim. Kız soğuk suya biraz buz attı, bir parça esans döktü, yaklaşık bir bütün limonu dilimler halinde bardağa attı. Pipeti takıp elime verdi. Sıcak istesem muhtemelen suyu sıcak koyacaktı yalnızca. Mekana sövdüm ama sonradan gördüm ki Japonya’da limonata adabı böyleymiş.
Osaka’dan ayrılırken alengirli ilişki kurduğumuz bu şehirden ayrıldığıma hiç üzülmüyordum. Osaka kendi başına özelliksiz ve hatta kimliksiz bir şehir gibi geldi. Öte yandan dünyanın en çok ziyaret edilen şehirleri arasında olduğunu öğrenince başta pek şaşırdım. Sonra düşündüm de muhtemelen çoğu turist bizle aynı stratejiyi izliyordur. Bakıldığında biz de Osaka’da üç gün geçirmiş olduk. Peki bu sürenin ne kadarını doğrudan Osaka’ya ayırdık?
Tokyo
Bir kez daha Tokyo. Artık gerek hızlı tren, gerek metro kullanımında ustalaşmıştık. Öyle ki metrolardan birinde bilet alırken bir Japon’a, hızlı tren sırasında ise bir turist çifte yardımcı oldum. Başta kuantum fiziği gibi gelen bu mesele artık çocuk oyuncağı olmuştu. Haliyle seyahat tempomuz da oldukça yükselmişti.

İmparatorun sarayına ancak bu kadar yaklaşabildik...
İki günde Tokyo’nun altını üstüne getirdik diyebilirim. Dünyanın en kalabalık kavşağı olduğu öne sürülen Shibuya ve sadakati ile ünlü efsane köpek Hachiko’nun heykelini aradan çıkardık. İnsanların Shibuya’da karşıdan karşıya geçme gibi niteliksiz bir eylemi çeşitli şaklabanlıklarla süslediklerine, Hachiko ile fotoğraf çektirmek için onlarca insanın sıraya girdiğine şahit olduk.
Ginza’ya gidip anlata anlata bitirilemeyen Ginza’nın sırrını çözemedik. Hostes kız Nissan mağazasındaki süper lüks otomobilin kapısını açıp da beni içeri buyur ettiğinde arabaya zarar veririm korkusuyla geri vites yaptım.
İsmi balık pazarı olsa da her türlü gıda ürününü barındıran Tsukiji’de uzun turlar attık. Sabahın köründe yapılan balık mezatına elbette katılmadık ancak Barcelona’da yemeyi beceremediğim istiridyeyi deneme fırsatı buldum. Denizi tüketmek gibi bir his yarattığına kabulüm ancak ömür billah yemesem aramam. Ama Kobe bifteği öyle mi? Masajlarla, biralarla, klasik müziklerle yetiştirilen sığırlardan elde edilen dünyanın en iyi bifteğini ancak bir tahta çubuğa geçirilmiş dört dilim et ile deneyimleyebildik. Yorumum şu; bu et ise diğerleri ne? Ağızda eriyor denilen bir şey var ya hani, budur işte. Isırmaya dahi gereksinim duymayacaksınız. Dil ile damak arasında sıkıştırmanız yeter. Ağızda patlayan lezzet dolu su ve lokum kıvamında et dokusu. Siz siz olun paranızı bu nimete saklayın!

Yoyogi Park içinden geçip Meiji Tapınağı’na ulaştık. Koru benzeri bir alan içerisinde, Tokyo gibi çılgın bir şehrin göbeğinde yaratılan orman illüzyonunun çekirdeğinde saklı bu tapınak kültürel anlamda büyük değer taşısa da bence esas esprisi konumunda.
Senso-ji Tapınağı ise Meiji’nin aksine tam bir karnaval. Asakusa bölgesinde uzun bir caddeden geçmek gerekiyor önce. Bu cadde sağlı sollu tezgahlarla dolu ve buradaki kalabalık had safhada. Alışveriş yapmadan tapınağa ulaşmak mümkün değil. Tapınak ise şatafatlı ve zengin.
Skytree 634 metre yüksekliğiyle dünyanın en yüksek kulesi. Kafeler, sergi alanları, oyun alanları vb. bölümler zemin katlarda bulunuyor. İki kademeli seyir terasları ise 350 ve 450. metrelerde. Olmuşken tam olsun deyip 450 metre için bilet aldık. Kulaklarımızın tıkanmasına neden olan süper hızlı bir asansörle önce 350 metreye, oradan da bir diğer asansörle 450 metreye çıktık. Aman yarabbi! Harbiden yüksek. O kadar yüksek ki Tokyo’nun tamamını görmek mümkün. İnsanın tüylerini diken diken eden adrenalin dolu bir deneyim Skytree.
Yanılmıyorsam yılda bir gün halka açılan İmparatorluk Sarayı’nı uzaktan seyretmekle yetindik. Saray önündeki bahçenin işçiliğine hayran kaldık. Teknoloji alışverişinin kalbi Akihabara’ya akşam üzeri gidip rengarenk dünyasında turladık. Zar zor İngilizce bilen bir personel bulduk da peder kendine son model bir iPhone Watch aldı. Ben de kendime gıcırından Playstation 5 çektim. Şaka tabi. Ben baktım, baktım, baktım…
Gyoen Bahçeleri heybeti, tertibi, temizliği ve dinginliğiyle bizi bizden aldı. Göletler çevresinde dolanan patikalarını teker teker arşınlayıp bizde niye yok diye imrendik. Çıkmadan evvel de kapalı bahçesine girip, tropikal ortamdaki bitkileri şöyle bir süzdük.
Gyoen sonrasında köşedeki kafede bir şeyler içerken derin tartışmalara, brainstorminglere tutulduk. Doha’dan kalkan uçak Tokyo’ya 9 saatte geliyor da Tokyo’dan kalkan uçak Doha’ya neden 13 saatte gidiyor? İşte meselemiz buydu. Benim baştaki teorim şöyleydi; gelirken dünya dönüş yönü ile zıt yönde uçuyorduk, haliyle biz Tokyo’ya doğru yol alırken Tokyo’da bize doğru geliyordu. Oysa dönüşte Doha bizden uzaklaşıyor olacaktı. Mantıklı gibi görünse de uçak dünya atmosferinin dışına çıkmadığından bunun yanlış olduğunu öğrendik. Babam ise yanıt değil de yanıta göre soru arama telaşına düşüp ayı, güneşi falan kattı işin içine. Meğer bütün olay rüzgardaymış. Ne kadar da basit! Jetstream adı verilen rüzgarlar dünyanın dönüş ekseninde esen ve dünyanın dönüşü ile meydana gelen güçlü rüzgarlarmış. Doğuya doğru giderken rüzgar ile beraber uçan uçak, batıya doğru rüzgara karşı uçarmış. Aradaki fark da bundan kaynaklıymış.

Gyoen'de adım başı eşsiz manzaralarla karşılaşıyor insan...
Tokyo’da yediğimiz yemeklerden biri gyozaydı. Bohça şeklinde yapılan bu Japon mantısı bizi çok büyülemedi zira şeklen farklı olsa da bildiğimiz mantı mantığında olduğundan aşinaydık. Japonlar buharda pişirmeye alışkın. Objektif yorumum bizdeki tereyağlı, yoğurtlu mantıyla rekabet edemeyeceği yönünde.
Tokyo merkezden havaray benzeri metroyla ayrılıp havaalanına gittik. Ne yazık ki uçuşumuz, geliş uçağının aksine, bu kez çakılıydı. Tüm uçak dolduğunda şans eseri yanındaki iki koltuk da boş olan tek kişi bendim. Orta üçlünün en solunda oturmaktaydım ve uçaktaki yegane boş yerler yanımdaki koltuklardı. Bu kadar şanslı olamayacağımdan emindim. Uçağa son binen yolcu, siyahi bir kadındı ve gelip yanımdaki koltuğa yerleşti. Böyle bir durumda her normal insan sağındaki koltuğa geçer ve böylece orta koltuğun boş kalmasıyla iki taraf da rahat bir yolculuk gerçekleştirir. Oysa bu denyo kadın böyle yapmadı. Tokyo’dan Doha’ya kadar oracıkta oturup beni sinir hastası etti.
Böylece bir maceranın daha sonuna geldik. Japonya ile alakalı çoğu şeyi pas geçtim çünkü aksi takdirde uzunluk saçma boyutlara ulaşacaktı. Samuraylardan, Savaşan Beylikler Dönemi ile onun yıldızları Nobunaga, Toyotomi ve Tokugawa’dan, Tokyo ile Osaka arasındaki rekabetten, trafik ışıklarına duyulan mutlak itaatten ve bunun babamı nasıl çileden çıkardığından, Ertuğrul’dan, Japon kızlarının beni şaşırtan güzelliğinden, kimisi içeri giren kişiyi selamlayacak kadar gelişmiş olan ultra lüks klozetlerden, çöpten ada Odaiba’dan, zaman bulup da programa alamadığım Fuji Dağı ve sumo güreşlerinden, Japon İngilizcesinin yes, no, okey üçlüsünden ibaret olduğundan falan hiç söz edemedim.
Kapatırken araya bir teşekkür sıkıştırmak istiyorum. Onur Ataoğlu’nun “Japon Yapmış Türk Gezmiş” adlı kitabını yola çıkmadan evvel alıp, yol boyunca yanımda taşımıştım. Hem gezilip görülecek yerler hem de Japonya ve Japonlar hakkında çok değerli bilgiler edindim. Aklında Japonya olanlara mutlaka bu kitabı öneririm. Hedef odaklı ve rahat diliyle su gibi akıp gidiyor. Bu nedenle yazara teşekkürü borç bildiğim gibi kitaptaki bazı esprilerini olduğu gibi çalıp buraya koyduğumdan ötürü de affına sığınıyorum…