
28) Güney Amerika

19.11.2024 - 27.12.2024
Takribi 4-5 sene kadardır aklımın bir köşesinde gelişmekte olan fakat maddi ve zamansal engellerden ötürü uygun tarih aralığını saptayamadığım bu meşakkatli rota 2024 senesinde, bir nebze de mecburiyetten gerçeğe dönüşebildi. Mecburiyetten diyorum zira bin bir alın teri ve zorlukla yıllar içerisinde biriktirdiğim değerli millerimin miadı dolmak üzereydi. Onca mili yakamazdım. Gözü karartıp biletleri aldım.
Şans da yüzüme gülmedi değil. Yaz ortasında THY seçili şehirlere %50 mil indirimi başlatınca fazla eveleyip gevelemeden Sao Paulo biletimi aldım. İlginçtir, dönüş biletimi de birkaç hafta sonra Panama’dan alacaktım ki tıpkı Brezilya gibi Panama da kafamdaki rotada yer almıyordu esasında. Benim niyetim Arjantin’den başlayıp Kolombiya ya da Venezuela’dan dönüş yapmaktı. Yahut tam tersi. Fakat öyle olmadı. Önce Brezilya kampanyası, ardından da Venezuela’ya kıyasla çok daha uyguna gelen Panama biletleri sayesinde rotamın ilk ve son duraklarını THY seçmiş oldu. Eksik olmasınlar.
Oldukça uzun ve çetrefilli bir planlama sürecini daha da beter bir organizasyon dönemi izledi. Mesafe uzak, masraf da çok olunca mecburi olarak baştan sona tüm rotayı planlamak ve rezerve etmek durumunda kaldım. Sonuç olarak gün gün, saat saat tüm programım yola çıkmadan önce hazırlanmıştı. Her ne kadar bu durumdan hoşnut olmasam da kabullendim. Bu sefer de böyle olacakmış demek ki.
İlginçtir ki bu kadar uzun ve kapsamlı bir seyahatten önce PTS gelgitlerine yakalanmadım. Belki de geri dönüşü olmayacak kadar çok harcama yapmış olmamdı bunun sebebi.
Sao Paulo uçağım İstanbul Havaalanı’ndan saat 10:00 civarı kalkacaktı. Babam henüz şafak sökmemişken beni Sabiha’ya bıraktı. Oradan Havaist ile havaalanına geçtim. Doğruca THY bankosuna yöneldim. Genç bir personel beni İngilizce olarak karşıladı. Türkçe yanıt verdim. O da dönüş yaptı. Pasaportumu vb. kontrol ederken bir diğer görevli de yanımıza gelip olaya dahil oldu. Yok nereye gidiyorsunuz, yok ne amaçla gidiyorsunuz falan derken beni bayağı sorguya aldılar. Gıcık olmadım değil. Bozuntuya vermeden yanıtladım. Sonradan gelen lavuk durup durup dedi ki dönüş biletim görünmüyormuş. Açtım mailleri gösterdim. Gitti başka yerde başkalarıyla kontrol etmeye başladı. Bu sırada ben de hesabıma bir göz attım. İşin aslı şu ki dönüş uçağımın saati değişmişti. Meğer bu değişikliği onaylamam gerekiyormuş. Onayı verdikten sonra durumu izah ettim. Sorun çözülmüş olacak ki pasaportumu bana iade etti. Yine de içi rahat etmemiş olacak ki giderayak çantama hoşnutsuz bir bakış atıp “Bir ay için bu çanta biraz az değil mi?” diye laf sokuşturdu.
Hepimizin sonradan pişman olduğu anlar vardır. Yaptıklarımızdan ötürü değil de yapmadıklarımızdan ötürü duyduğumuz pişmanlıklar. İşte benim için de öyle bir an cereyan etti. Duraksayıp lavuğa sitemkar bir ses tonuyla “Brezilya’da çamaşır makinesi yok mu?” diye söylendim ama sonradan içim içimi yiyip durdu. Keşke daha okkalı çıkışsaydım. “Sana ne yavşak?” deseydim. “Ne kendi insanınızı eziklemeye kalkışıyorsunuz?” deseydim. Deseydim de deseydim. Artist. İşte hizmet sektöründe çalışıyor olmanın negatif taraflarından biri de bu. İçgüdüsel olarak hep ağırbaşlı davranma eğiliminde oluyor insan. Öfkesini hep bastırıyor. Oysa ben müşteriyim. Bir kamyon para vermişim. İşim var gücüm var. Bir tane yandan çarklıya ağzının payını vermekten bile imtina ediyorum. Belki de içten içe daha kafadan tadım kaçsın istemedim. Her halükarda o anı günlerce kafamda yeniden canlandırdım durdum. Şu an dahi bu satırları yazarken yine öfkeden duramaz oldum. O ana geri dönüp söylemem gereken fakat söylemediğim şeyleri bir bir sayıyorum o meymenetsiz puştun yüzüne.
Tadımız daha fazla kaçmasın. İkinci bir tatsızlık olmadan kapıma kadar gittim. Kapıda ekstra bir kontrol noktası daha kurulmuştu. Sırada beklerken cılız bir personelin Türk avına çıktığını hissettim. İki adım kadar berimde durmuş beni kesiyordu. Belki de pasaportuma kaçamak bir bakış atmak niyetindeydi. Ben de inadına sakladım da sakladım. En sonunda dayanamayıp sordu. Bir iki soru sorup uzatmadan ikiledi. Koca sırada bir bana, bir de pasaportuyla alakalı arıza çıkan İranlıya ekstra muamele çekildi. Ne diyim ki?
14 saatlik yolculuk o kadar konforluydu ki uçak yerinden kıpardamadı deseler inanırdım. Koca okyanusu aşan uçakta en ufak bir sarsıntı, en ufak bir kıpraşma olmadı. Sonlara doğru benim kronik baş ağrılarım tuttu tutmasına ama o benim kendi denyoluğum neticede.
Rahatsızlığıma kayıtsız kalamayan yan koltuğumdaki hanımefendi iyi olup olmadığımı sordu. Önemli bir durum olmadığını söyleyip teşekkür ettim. Hazır laf açılmışken bir müddet lafladık. Arjantinli olan Roxana bana telefon numarasını verip Buenos Aires’te ihtiyaç hasıl olursa ona ulaşmamı tembihledi. Sağ olsun.
Roxana gibi Buenos Aires’e gitmekte olan yolcular uçak Sao Paulo’ya indiğinde yerlerinden ayrılmadı. Brezilya yolcuları uçağı terk ederken onlar yola devam etmek üzere uçakta kalmaya devam etti. Böylesine de ilk defa şahit oluyordum.
Sao Paulo

Karnavallar diyarı...
Brezilya sınırında pek sıcak karşılandım. Sempatik memur pasaportumu görüp beni Türkçe sözcüklerle selamladı ve standart bir iki sorudan sonra hiç kurcalamadan beni ülkeye buyur etti. Elin adamı kendi memleketine sorgusuz sualsiz kabul ediyor, bizim THY’nin kraldan çok kralcı alelade elemanları neredeyse sicil kaydı görmeden uçağa almayacak bizi…
Bana sorsanız ki “Oğuzhan, bir memleketin medeni olup olmadığı nasıl anlaşılır?”, size şu basit cevabı veririm; “Eğer ki bir şehirde havaalanı ile şehir merkezi arasında raylı sistem bağlantısı var ise işte o memleket medenidir.” Sao Paulo da işte o medeni memleketlerden. Ziyaretçisini akbaba gibi soteye yatmış taksicilerden de nereden kalkıp nereye gittiği belirsiz otobüslerin keşmekeşinden de sakınan bu gibi şehirler daha kafadan gönlümü çalmışlardır.
2 saat kadar süren 3 ya da 4 aktarmanın neticesinde hostelime vardım. Gece olmuştu ve duş alıp sızmaktan başka yapacak şey yoktu. İlk kez bir okyanus geçmiş olmanın heyecanı ve yorgunluğuyla kısa sürede derin bir uykuya daldım.
Sao Paulo’daki tek tam günümü ideal biçimde değerlendirmek için erkenden yola koyuldum. İlk dikkatimi çeken şehrin muntazam caddeleri, yüksek binaları, yollarını gölgeleriyle saran büyük ağaçları oldu. Ve bana Asya'yı anımsatan acayip sıcağı…
Parque de Ibirapuera şehrin göbeğinde, ortalama bir mahalle ebatlarına sahip devasa bir park. İçinde yürüyüş parkurları, geniş yeşil alanlar, göletler ve yüzlerce seyyar satıcı bulunmakta. Tıka basa kalabalık olmasına rağmen pırıl pırıl ve çok keyifli bir yer burası.
Paulista caddesi şehrin en cüsseli ve işlek caddesi. Burayı farklı kılan şey ancak öğleden sonra üç, dört gibi trafiğe açılması. Bunun öncesinde cadde tamamen trafiğe kapalı ve yalnızca yayalara açık. Haliyle bu saatlerde insanların akımına maruz kalmakta. Kalabalığa, boylu boyunca uzanan kafeler ve seyyar satıcılar ile yerinde duramayan Brezilyalıların adım başı göze çarpan dansları, eğlenceleri vb. de eklenince ortaya rengarenk bir curcuna çıkıveriyor. İnsan bu manzarayı görünce imrenmiyor da değil. Adamlar koca caddeyi çat diye kapatmışlar. Bizde geçtim caddeleri, bulvarları, elli metrelik alelade bir ara sokağı kapatmak bile trafiği felç etmeye yetiyor da artıyor.

Paulista caddesi ve özgür yayalar...
Futbol Müzesi, şehir merkezine yürüme mesafesindeki eski bir stadyumun içerisinde bulunuyor. Müze ağırlıklı olarak erkek ve kadın milli takımları ile futbolun tarihçesi üzerine. Doğrusu çok da ilgi çekici bulmadım. Her şeyin Portekizce yazılmış olması da bir diğer eksi. Pas geçilebilir.
Catedral da Se, şehrin en gösterişli dini yapısı. Yüksek tavanları ve vitraylarıyla tipik bir Katolik mabedi görünümünde ancak özellikle iç taraftaki işleme ve ikonları sayesinde Avrupa’daki benzerlerinden ayrılıyor.
Şehrin Çin mahallesi kontenjanını dolduran Liberdade esasında ince, uzun bir sokaktan ibaret. Dükkanlar ve tezgahlar insan dolu ve yürümek bile başlı başına bir meydan okuma. Sao Paulo’da turist kapanı olarak değerlendirebileceğim yegane yer burası.
Sıcaktan kavrulmuş vaziyette açlığımı ve susuzluğumu bastırmak adına deli danalar gibi koşuşturmaya başladım. Sabah yanıma aldığım suyum çoktan bitmişti ve Liberdade’de içtiğim bir bardak hindistan cevizi suyu dışında boğazımdan bir şey de geçmemişti. Hesaplı bir öğün arayışında Paulista’ya geri döndüm. İlk günden ayaklarıma kara sular inmişti. Trafiğe açılmış olan caddede yine de istikametlerden biri kapalıydı. Geniş katılımlı bir kortej “ırkçılığa hayır” yürüyüşü yapıyordu. Şarkılar söyleyip danslar ederek Brezilya usulü eylem yapma derdindeydiler.
Biraz insanları seyredip bulduğum ilk alışveriş merkezine daldım. Yemek bölümüne geçip hiç oyalanmadan KFC’ye siparişimi verdim. Allah yüzüme güldü. Sıcaktan, susuzluktan için için yanan bu kulunu kocaman bir bardak kola ile ödüllendirdi. Buz gibi soğuk içecek boğazımdan akarken vücudum prize takılmış da şarj olmaya başlamış gibi hissettim.
Metroyu kullanarak hostele döndüm. Güneş beni yorgunluktan daha çok hırpalamıştı. Boynumda ve kollarımda 3-4 ton kadar kararma göze çarpıyordu. Öylesine kavrulmuştum ki banyoya girip soğuk suyu püskürttüğümde hafif bir “coss” sesi duydum. Sağlam yanmıştım ama eklemlerim temiz kaldığından fazla ıstırabım yoktu. Ertesi gün bir Bepanthol alıp boynuma sürdüm. Namussuz anında iyi etti beni.
Ertesi gün sabahın köründe havaalanına gitmem gerekecekti. Uber üzerinden 05:30’a bir taksi ayarlayıp uykuya daldım. Sabah pek de zorlanmadan ayılmayı başardım. Taksim beş dakika kadar erken gelmişti. Şehrin daha küçük olan havaalanına kısa bir yolculuk sonucu varıp Foz de Iguazu’ya gidecek uçağıma bindim.
Foz de Iguazu
İnişteki hafif sarsıntı haricinde temiz bir uçuş ile şehre vardık. Burası aslında kasabadan hallice bir şehir. Tarihçesine hakim değilim ama sırf benim de seyahat amacım olan Iguazu Şelaleleri yahut yerel ismiyle Cataratas buradaymış diye kurulmuş bir şehir burası sanki.
20 dakika kadar süren bir taksi yolculuğundan sonra hedefime ulaştım. Kuyruğa girip sıramı beklemeye başladım. Peşi sıra gelen otobüsler sıranın başından ziyaretçileri alıp kalkarken ben de beşinci veya altıncı otobüste kendime yer bulabildim. Otobüsün yolcuları Cataratas’ın kalbine ulaştırması neredeyse yarım saat sürdü. Bu sırada iki ya da üç durakta durup az sayıda turisti bu duraklarda indirdi. Bunlar daha uzun yürüyüş parkurlarını tercih eden numunelik turistlerdi.
Otobüsün neredeyse tamamı son durağa kadar bekledi. Burası, şelale manzaralarının ve Cataratas’ın kalbi Devil’s Throat’a kadar uzanan parkurun başladığı meydandı. Ancak ne yazık ki bu parkur taş çatlasın üç metre genişliğinde ahşap bir platformdan ibaretti. Tek yön olması bir nebze rahatlatsa da onca turist ile beraber o yolu takip etmek hiç de hoş bir tecrübe değildi. Zira istisnasız herkes en ufak bir manzara kırıntısını dahi affetmemekte kararlıydı. Rahatça, irili ufaklı şelaleler ve sıçrayan suların oluşturduğu cüce gökkuşaklarının meydana getirdiği manzaranın fotoğrafını çekmeyi geçtim şöyle iki dakika durup da seyretmek için bile sabırlı ve bir parça arsız olmalı insan.

İte kaka da olsa bir şekilde Devil’s Throat’a ulaştım. Burası Cataratas’ın en vurucu yeri. Dünyanın en büyük şelalesi Iguazu’nun en kudretli olduğu alan. Yarım daire biçiminde devasa bir havuz boyunca sonsuz gibi görünen su kütleleri gürül gürül boşalmakta. O ana değin hayal kırıklığından ibaret olan Cataratas bir anda gözümde büyüdü de büyüdü. Rüzgarın savurduğu zerrecikler tarafından sırılsıklam olmuş halde bu heybetli manzarayı seyre daldım. Dakikalar içerisinde öylesine yoğun miktarda su akıp geçti ki gözlerimin önünden, bunca suyun nereden gelip nereye gittiğine anlam dahi veremedim.
Iguazu üç ülkenin sınırını oluşturması bakımından da değerli bir doğal oluşum. Iguazu ve taşıdığı suların oluşturduğu Parana Nehri Brezilya, Arjantin ve Paraguay’ı birbirinden ayıran hattı meydana getiriyor. Ben Brezilya tarafından bölgeyi ziyaret ederken tam Devil’s Throat’un karşı kıyısında bulunan Arjantin platformlarını görebildim. Gariban Paraguay’ın payına ise yalnızca nehir yatağının bir bölümünü çakmışlar.
Şahsi turumu tamamlayıp bir başka otobüsle önce girişe, oradan da taksiyle havaalanına döndüm. Zamanım olsa da şehir merkezine gitmeye tenezzül etmedim. Zira söz ettiğim gibi şehir merkezinin pek bir numarası yok.
Sao Paulo
Epey sarsıntılı geçen bir uçuşun ardından akşam saatlerinde Sao Paulo’ya döndüm. Anlayamadığım şekilde bir iç hat uçuşu ile vardığım Sao Paulo’da Duty Free’den geçtim. Havaalanından çıkınca biraz uzaklaşıp Uber çağırma düşüncesindeydim. Ancak ters yönde kalınca uzun süre yürümek zorunda kaldım. En sonunda müsait bir yer bulup taksi çağırabildim. Epey konuşkan bir şoföre denk geldim. Bütün yol boyunca İngilizce ve İngilizce bilmenin faydaları üzerine beklenmedik bir sohbete tutuştuk.
O gece Rio için bir otobüs rezervasyonum vardı. Güya geceyi yolda geçirip konaklamadan tasarruf edecektim. Fakat hem günün yorgunluğu hem de izlemekte olduğum Zaman Çarkı dizisinin sezon finaline yönelik arzum yüzünden rezervasyonu yaktım. Hostelde bir gece daha ekleyip ertesi sabah için yeni bir otobüs bileti aldım.
Sabah metroyu kullanarak otogara gittim. Brezilya’nın geleneksel atıştırmalığı coxinha ile meyve suyu aldım. Coxinha içinde tavuklu ya da etli bir iç harç bulunan, dışı panelenerek kızartılan limon büyüklüğünde doyurucu bir ürün. Bizdeki simit neyse Brezilya’da da coxinha o diyebilirim.
Rio de Janeiro
Sonradan tüm kıtada çok yaygın olduğunu öğreneceğim çift katlı otobüslerden birinin üst katında, en önde manzara eşliğinde yedi saatlik yolu kat ederken karşı şeritte kilometrelerce süren sıkışıp kalmış trafiği görüp halime şükrettim. Rio sınırlarına giriş yaptıktan sonraki hakim duygum ise şaşkınlıktı. Bu hissiyat, haydut Brezilyalıların trafikte sapına kadar kuralları takip eden şoförler olduğunu görünce kendini belli etmişti.
Rio’nun pek de göze hoş gelmeyen köşelerinden birinde bulunan otogarda inip adetim olduğu üzere hazır kıta bekleyen taksicilerden bir nebze uzaklaştım ve Uber çağırdım. Şehir merkezinin dışında kalan hostelime vardığımda rasta saçlı, kafası hafif güzel bir eleman karşıladı beni. Bana yatağımı gösterip “Aman ha buralarda dikkatli ol. Dışarı çıkarken yanına fazla eşya alma.” temalı uyarılarını sıraladı. Zaten şehre dair nahoş bir ilk intiba edinmişken üstüne bir de bu gelince Rio ile pek iyi bir başlangıç yapamamış olduk.
Hostelde biraz uzandıktan sonra akşama doğru dışarı çıktım. Gerçekten de hostelin bulunduğu bölge pis ve tekinsizdi. Metro ile merkeze gittim. Kısa bir yürüyüşün ardından hedefime vardım, Fogo de Chao’ya.

Manyak bir akşam yemeği...
Fogo de Chao Brezilya’da doğmuş bir marka ama bugün pek çok ülkede şubesi bulunmakta. Hatta yakında İstanbul’a da açılacaklarmış. Kendine has bir konsepte sahip olan bu restoran fix bir ücret karşılığında size bir kart veriyor. Bir yüzü yeşil, diğer yüzü kırmızı olan bu kartı, yeşil yüzü üste gelecek şekilde koyarsanız garsonlar ardı ardına size et getiriyor. Her birinin elinde etin ayrı bir bölümü bulunuyor ve siz onay verirseniz bir dilim kesip tabağınıza bırakıyorlar. Sadece bu kadar da değil. Salata barda da gönlünüzce tabaklar yapabiliyorsunuz ki burada gerçekten de yok yok. Turşular, peynirler, soslar, meyveler, ekmekler… Salata bar bile başlı başına büyüleyici. Bazı elegant müşteriler tabaklarını sebze ve peynirlerle süsleyip sanki sırf adettendir diye iki üç parça et alırlarken ben tabağımı tepeleme etle doldurup ayıp olmasın diye de iki parça garnitür aldım. Üstüne tatlı niyetine de taptaze meyvelerden ayrı bir tabak yaptım kendime.
Burada servis o kadar yoğun ki ara ara kartınızı kırmızıya döndürmek zorundasınız. Aksi takdirde arkası kesilmeyen servis yüzünden yemek yiyemez hale gelmeniz işten bile değil. Burası bir rüya gibi. Hepsi dana olan etlerin kalitesi çok iyi ve hepsi tam kıvamında pişmişler. Tek tük hoşuma gitmeyen ürünler oldu olmasına ama genel manada son derece memnun kaldım. Zaten buraya gelmek uzun zamandır hayalimdi. Beni hayal kırıklığına uğratmadı. Üstelik fiyatı da böyle bir konsept ve kaliteye göre epey uygun. Bakalım bizde nasıl kıvıracaklar bu işi? Zira zamanında benzer bir tema ile yola çıkan Pizza Hut’ın sonu ülkeden çekilmeye kadar varmıştı.
Restoranın da bulunduğu Botafogo semtinde uzun bir sahil yürüyüşü yapıp üstüne bir de hostele kadar yürüdüm. Yarı yolda tatlı bir yağmur bastırsa da tat kaçıracak şiddette değildi. Hostelin, tekinsiz olarak yaftaladığım çevresi ise akşam ile beraber bambaşka bir çehreye bürünmüştü. Seyyar satıcılar ortamı hareketlendirmiş, onlarca bar, onlarca kulüp kepenkleri kaldırmıştı. Gençler her yerdeydi.
Hava durumunu kontrol edip, meşhur İsa heykelini ve ünlü plajları havanın açık olduğu ikinci güne bıraktım. Öğlene kadar fosur fosur uyuyup, aynı ranzada altımda yatmakta olan Avustralyalı fıstıkla biraz lafladım. Böyle zamanlarda hep bir gerilim taşırım. Ya gece öküz gibi horlayıp millete rezil olduysam diye endişelenirim. Deneyimlerime göre kimse kimseyi horladığı için hor görmüyor ama yine de şu bariz bir gerçek ki horlamamak horlamaktan her türlü daha iyidir.
Şehirdeki ilk tam günümde metroya atlayıp Maracana’ya gittim. Küçük bir not olarak Rio’daki metrolarda kadınlara özel vagonlar bulunduğunu da eklemeden geçmeyeyim. Maracana, dünyadaki en ikonik stadyumlardan bir tanesi. Şu an kapasitesi düşürülmüş olsa da bir dönem burada 100.000 kişi aynı anda maç seyredebiliyordu. Ülkenin bir numaralı stadyumu olması ile beraber Maracana’yı bu denli meşhur yapan şey 1950 yılındaki Dünya Kupası finalidir. O maça ve hatta o turnuvaya mutlak favori olarak çıkan ev sahibi Brezilyalılar finali cepte görerek kutlamaya erkenden başlamışlardı. Ancak maç Uruguay’ın 1-0 galibiyetiyle sona erdi. Bu maç öyle büyük bir travma yaratmış ki intihar edenler dahi olmuş. Brezilya futbolunun kara günü olarak bu maç gösterilir ki bu yarayı sarmak için 2014’te yine turnuvayı düzenleyen Brezilyalılara bu kez de Almanlar saplar. Hem de 7-1 gibi saçma bir skorla…

Maracana bugün Flamengo kulübünün maçlarına ev sahipliği yaptığı gibi aynı zamanda da müze işlevi görmekte. Ben de biletimi alıp müzeye giriş yaptım. Daha girer girmez yeşil perde önünde fotoğrafımı çekmeye yeltendiler ki yeşil renk tişörtüm kısa bir krize yol açtı. Neyse ki kırmızı kapüşonlum yardımıma yetişti.
Başta Brezilyalı futbolcular olmak üzere farklı ülkelerden efsanelerin ayak izleri, Pele’nin 1000. golünü attığı maçın yadigarları ve soyunma odalarını geçip yeşil zemine çıktım. Saha kenarından yürüyüş yapıp yedek kulübelerinde soluklandıktan sonra tribünlerde dolaştım.
Staddan ayrıldığımda girişin önündeki meydanda bir tür mankenlik seçmesi yahut antrenmanı gözüme çarptı. 30 kadar genç kız bir gözetmen idaresinde catwalk yapıp durmaktaydı. Yeri gelmişken söyleyeyim, “dünyanın en güzel kızları” payesini Sırplardan alıp Brezilyalılara veriyorum. Bu meseleyi de bu kadarla sınırlıyorum.
Maracana sonrasında sağlam bir yağmur yiyip karşıma çıkan ilk alışveriş merkezine sığındım. Yağmur biraz hafifleyince tekrar yola düşüp şehrin eski merkezinde dolandım. Ardından liman bölgesinden geçerek yürüyüşümü sürdürdüm. Tam o sırada tombuldan bir eleman, İşler Güçler finalindeki Ferhan Şensoy gibi bisikletiyle hayatıma giriverdi. Zart diye yanıbaşımda durup benle muhabbet kurdu. Justin ile ayaküstü on dakika kadar lafladık. Sempatik bir çocuktu. Hoş bir anı bıraktı bana.
Şehirdeki son günümde tempolu bir yürüyüş ile İsa heykeline gittim. Füniküler aracılığıyla heybetli Corcovado Tepesi’ne çıktığımda dünyanın en ikonik yapılarından birine de varmış oldum. Beni daha çok etkileyen şey devasa heykel değil de benzersiz şehir manzarası oldu. Pek tabi bu manzara için epeyce mücadele etmek gerek zira avlu tıka basa insan dolu ve herkes sizinle aynı şeylerin peşinde. Bir anlığına duraksayıp diğer insanları seyre koyuldum. En uygun konum ve açıda fotoğraf çekmek için birbirine giren, akla hayale gelmez pozlar kesen turistleri seyretmekten epey keyif aldım.
Corcovado o kadar yüksek ki bulutlar adeta içimizden geçiyor. Öyle ki süzülen bulutlar ara ara manzarayı perdeleyip görüşü kapatıyor. Hatta koca heykeli bile seçmek imkansız hale geliyor.

Yeniden şehre inip metro ile şehrin en lüks semti olan Leblon’a gittim. Bana Caddebostan’ı anımsatan bu semt sanki bambaşka bir şehirmişcesine temiz ve düzenli. Derli toplu sokaklar arasında turlayıp Ipanema’ya indim. Şehrin en meşhur iki plajından biri olan Ipanema ufka kadar uzanan devasa bir alan. Hava da güzel olunca insanlar burayı tıka basa doldurmuş. Hem deniz hem de kumsal alabildiğine dolu. Denize girenler, dans edenler, içenler, bir Rio klasiğine hayat verircesine ayaklarıyla voleybol oynayanlar… Tüm bu curcunaya bir de plaja paralel uzanan, trafiğe kapatılmış cadde eklendiğinde Ipanema mini bir karnavala dönüşüveriyor. Bu Brezilyalılarda caddeleri trafiğe kapamak genel bir huy galiba. Bir diğer huyları da üstsüz dolaşmak. Adamlar tüm şehirde kumsaldaymış gibi dolaşıyorlar.
Yeniden semtin içlerine yönelip gözümün tuttuğu bir dondurmacıdan dondurma almaya yeltendim. Yeltendim çünkü bu işlem biraz zorlu oldu. Hadi İngilizce yok bu adamlarda onu anladık da panoda yazan şeyi tam da yazdığı gibi söylediğimde bunu nasıl anlamadıklarını biri izah edebilir mi? Yani bu dünya halklarının vurdumduymazlığı bana yetti artık. Yav kardeşim, turistik bir yerde ticari bir faaliyet gerçekleştiriyorsun. Sence de bir miktar İngilizce bilmen iyi olmaz mı? Çok değil yahu, en en temel seviyeden söz ediyorum. Onu da geçtim. Hadi anlamıyorsun. Biraz cevval olun. Atılgan olun. Bizde olsa esnaf kırk takla atıp adamın ne dediğini anlar, bir şekilde gönlünü hoş eder. Bunlarda öyle bir kaygı da yok. Dünya hizmet sektörünün bizden öğreneceği çok şey var. Çok!
Kısa bir örnek ile süsleyeceğim bu bölümü. Yıllar yıllar evvel bizim köftecide çalışan Kadir diye fırlama bir garson vardı. Yabancı bir turist grubu köftenin ne eti olduğunu sordu. Kimse cevap veremedi. O zamanlar translate falan da yok. Ben de daha küçüğüm. Bir şekilde anlatmaya çalıştılar ama adamlar anlamadı. En sonunda bizim bu Kadir iki elinin işaret parmağını boynuz gibi kafasına dikip genizden güçlü bir “mööö” çıkardı. Turistler hem cevaplarını aldılar hem de çabamızdan memnuniyet duydular. Bunu dünyanın başka hiçbir memleketinde, hiçbir esnaf yapmaz. Yapamaz.
Bir kez daha sahildeyim. Bu kez durağım Copacabana. Zaten bu ikisi bir burun ile birbirinden ayrılıyor yalnızca. Copacabana Ipanema kadar cüsseli olmasa da aynı hareketlilik burada da devam etmekte. Hatta ekstra olarak bir tür pride yürüyüşüne denk geldim. Onlarca üstü açık otobüs sahil boyunca durmuş, son ses açtıkları müzikle iyiden iyiye ortamı karnavala çevirmişti. Konsept lgbt olunca etraf da haliyle bu insanlarla dolu. Yani benim kimseye karıştığım ettiğim yok. Kim ne yapıyorsa yapsın kafasında biriyimdir. Gel gelelim bu güruhun neden her şeyleriyle bu kadar abartılı olduklarını da anlamıyorum. Kıyafetler abartı, tavırlar abartı. Yarı çıplak gezen travestiler mi dersin, tepeden tırnağa en uçarı kadın elbiseleri giymiş kıllı erkekler mi dersin, sokak ortasında öpüşen hatta sevişenler mi dersin… Hele bir de metroda televizyondan fırlamışçasına yapmacık gözyaşları döken bir “birey” vardı ki! Affedersiniz favela diyince yabancı turistin g.tü uçuklardı, bugün bütün favelalar gay olmuş, lezbiyen olmuş. Sözün özü, Netflix’in en gurur duyduğu ülke Brezilya olabilir diyorum.
Rio defterini kapatmak üzere hostele dönerken telefonum Ibis Hotel’in internetine bağlandı. Ibis ile en son Adana’da münasebetim olmuştu. Bunlar bütün dünyada aynı şifreyi mi kullanıyorlar?
Uber ile havaalanına gittim. Aramadan geçerken beni özel olarak kenara çektiler. Zaman zaman rastgele olarak insanları çekip ekstra aramaya tabi tutuyorlarmış, bu kez de piyango bana vurmuş. Çantayı mantayı açtırdılar. Bir şey çıkmadı tabi.
Uruguay uçuşu inişe kadar sakin geçti ancak inişe doğru kabus gibi bir on dakika geçirdik. Uçak zangır zangır sallayıp üzerine bizi iki defa sağlam bir hoplattı. Bir anlığına elektrikler de gitti geldi. Çığlıklar, dualar… Neyse ki sağ salim indik ama ben git gide uçak fobisi geliştirmeye başlamıştım.
Montevideo

Hostlarımın elinden "mate"...
Annemin bir amcası vardı, Lokman amca. Çoğu Karadenizli erkek gibi gençliğinde yıllar boyu gemilerde çalışmış, dünyanın yarısından fazlasını görmüştü. Yıllar yıllar evvel bir mecliste akrabalardan biri ona sormuştu, gördüklerin arasında en güzel memleket hangisiydi diye. O da, adettendir “Türkiye gibi memleket yok.” dedikten sonra ısrarlara dayanamayıp Uruguay cevabını vermişti. Hepimiz çok şaşırmıştık. Uruguay pek ufak tefek bir ülkeydi ne de olsa. Benim için de dünya kupalarına renk katan bir ülkeden fazlası değildi. Haliyle beklenmedik bir cevaptı ama ben o gün Uruguay’ı aklımın bir köşesine yazmıştım.
Zorlu bir uçuş ile Montevideo’ya iniş yaptık. Pasaport kontrolündeki karizmatik görevli bana diğer iki Türk ile beraber olup olmadığımı sordu. Meğer aynı uçakta iki Türk daha varmış. Adam üç Türk’ü aynı uçakta görünce pek şaşırmış.
Gecenin bir vakti iniş yaptığımdan niyetim geceyi havaalanında geçirmekti. Havaalanında tam da istediğim gibi sote bir bank buldum. E mekan da haliyle pek hareketli değil. Hemen kuruldum. Öyle bir uyumuşum ki sabah 10:00 sularında gözlerimi açtım. Yatakta uyusam böyle rahat edemezdim.
Sabah havaalanı önünden kalkan halk otobüsleriyle merkeze geçtim. Şehrin en alacalı yerlerini ertesi güne bırakıp yakınlardaki Centenario Stadyumu’na gittim. 1930 Dünya Kupası finaline ev sahipliği yapmış bu stad şu an aktif mi bilmiyorum. Ben içerideki müzeyi gezip stadyumu gördüm.

Sonrasında caddeler ve parklar arasında uzun uzun gezindim. Dünyanın en nezih otogarı olduğuna inandığım Tres Cruces’de bulunan alışveriş merkezinde biraz soluklanıp Couchsurfing üzerinden bulduğum ev sahiplerime doğru uzun bir yola koyuldum. Yol üzerinde iki muhtemel lokantayı gözüme kestirmiştim. Gel gelelim bunlardan biri kapalıyken diğeri komple yoktu. Aç biilaç vaziyette bisküvi ve kolaya tamah etmeye hazırdım ki on numara bir mekan çıktı karşıma. Menüden en kallavi seçeneği sipariş ettim, dev bir milanese. Bu meret aslında schnitzel ki schnitzel ve İtalyan kökenleri hakkında Avusturya seyahetimde ipuçları vermiştim. Bu yemek Uuruguay’da acayip popüler. Benim burada ısmarladığım milanese üç kişiyi rahatça doyurabilecek cüssedeydi. Tepsi yerine de kullanılabilecek bir tabak üzerinde kolum kadar bir et ile yanına en az onun kadar bir patates püresi. Etin üzerinde iki tane göz yumurta ve erimiş peynir. Daha ne olsun?
Karnımı da doyurup keyifle eve gittim. Montevideo şehir merkezinin epey dışında, şehrin banliyölerindeydim. Ev sahiplerim olan Şilili genç çiftin evi pek bir küçük ve biraz pespayeydi. Çoğu kimsenin rahatça kalacağı türden bir yer değildi. Ama kendileri gayet tatlı insanlardı. Uruguay ve Arjantin’de çok yaygın olan mate çayından hazırladılar bana. Sokaklarda, parklarda bir elinde termos bir elinde mate kupalarıyla gezen yüzlerce insanın yaptığı gibi aynı kaptan mate içtik. Pek benim damak tadıma uygun değildi. Bilgisayarlarından geleneksel bir Türk parçası açmamı istediler. Ben de onlara İki Keklik türküsünü dinlettim.
Ertesi gün otobüsle şehir merkezine gittiğimde sağlam bir yağmur yedim. Bir bina dibine sığınıp dinmesini bekledim. Neyse ki fazla uzamadı. İlk olarak Park Rodo’dan geçtim. Hafif yağmur altında bu sempatik parktan oldukça keyif aldım.
Ardından deniz kenarında uzunca bir yürüyüş yapıp şehrin tarihi bölgesine çıktım. Hareketli 18 Temmuz Caddesi üzerinden Bağımsızlık Meydanı’na vardım. Merkezinde ülkenin kurucusu Artigas’ın heykeli bulunan bu meydan öyle çok büyük değil ama tatlı. Yakın çevresinde pek çok ikonik bina da mevcut ama ben bunların bir kısmını pas geçip doğruca Ciudad Vieja ya da Ciudadella denilen Eski Şehir’e yöneldim. Bunun için sembolik bir kapıdan geçip kıyıya kadar uzanan yoldan yürüdüm. Sanırım burası Montevideo’daki en görülesi yer.
Kıyıya varınca kıyı hattını takip edip Mercado del Puerto’da mola verdim. Gönül isterdi ki şöyle güzel bir balık yiyeyim ama bütçe meseleleri işte. Yeme içmede tercihimi şehrin ünlü chivito sandviçinden yana kullandım. Chivito iki iri sandviç ekmeğinin arasına biftek ve domates, yumurta, yeşillik, sos gibi malzemeler ile yapılıyor. Biraz elle, biraz da bıçakla yeniyor.

Uruguay mutfağından bir klasik, chivito...
Montevideo turumu tamamlayıp eve döndüğümde beni nahoş bir sürpriz bekliyordu. Kapıda kalmıştım. Yarım akıllı ev sahiplerim bana mutfağa açılan kapının anahtarını vermişlerdi. Bu kapıya da sonradan anlayacağım üzere bir başkasının bahçesinden giriliyordu. Haliyle kapıda kaldım ve bahçedeki oturakta beklerken nevalemi yemeye koyuldum. Beterin beteri var. Allah’tan tuvalet ihtiyacımız yoktu.
Yarım saat kadar sonra bizim evin üst katındaki evden bir delikanlı çıktı. Soran gözlerle bana selam verip dışarı çıktı. On dakika kadar sonra küçük erkek kardeşi ile geri döndü. Aynı gözlerle beni selamlayıp evlerine girdiler. İçeriden duyduğum sesler beni kıllandırdı. Çok geçmeden maaile dışarı çıktılar. Meğer adamların bahçesinde, adamların oturağında oturuyormuşum. Kibar şekilde orada ne işim olduğunu sordular. Neyse ki İspanyolcam derdimi anlatmaya yetti. Anne baba iyi akşamlar dileyip içeri döndü. Ben de biraderlerle hem İngilizcenin hem de İspanyolcanın kafasını gözünü yaran derin bir muhabbete daldım.
Neler konuşulmadı ki. Muslera üzerinden futbola girip 2002 Dünya Kupası’na uzandık. Politikaya girip Orta Doğu’nun nabzını tuttuk. Ben onlara gezdiğim yerleri anlattım. Onlar da bana Uruguay’dan ve hatta Güney Amerika’dan bahsettiler. Çok şey öğrendim onlardan. Mesela Uruguay’ın kıtanın yegane laik ülkesi olduğunu. Öyle ki ülkede Noel bile kutlanmazmış. Herkes evinde ne yaparsa o kadar.
Çok keyifli bir sohbetin ardından ev sahiplerim bin bir özürle geldiler. Çocuklarla vedalaştık. Bu sırada ben bir iki kere daha yaşayacağım bir gaflet anına denk geldim. Bu ülkelerde tokalaşma genelde sadece ellerle sınırlanıp öpüşme toplarına girilmiyor. Öpüşme durumunda ise tek yanakla yetiniliyor. Ben tabi el alışkanlığıyla çocukları şap şup öptüm. Neyse ki onlar meseleyi başka şeye yormayıp kültür farklılığını vurguladılar.
Ertesi gün ev sahiplerimle vedalaşıp çağırdığım taksiyle limana gittim. Normalde Montevideo’dan kalkması gereken feribotumun programı değişmiş ve her nasılsa sisteme epey bir hatalı şekilde girilen mail adresim yüzünden durumdan habersiz kalmışım. Tekrar bir taksi çağırıp Tres Cruces’e geçtim. Feribot firmasının hız sınırlarını tamamen hiçe sayan otobüsüyle Colonia del Sacramento şehrine gittim.
Colonia del Sacramento
.jpeg)
Amele yanığı dedikleri tam olarak böyle bir şey...
Başkente 1.5 saat kadar mesafedeki Colonia’ya şehir demeyi geçtim mahalle desem yeridir. O kadar küçük bir yer burası. Tek bir geniş cadde üzerindeki binalardan ibaret ancak bariz bir kolonyal mimari göze çarpmakta ki geçmişi de koloni dönemlerine uzanıyor.
Yaklaşık bir saatlik boşluğumu limanda bekleyerek geçirmektense yüksek tempoda şehir turuna ayırdım. Burası pek ufak ama bir o kadar da tatlı bir yer. Doğrusu anlatacak çok bir şey de yok. Gezmesi keyifli işte.
Colonia limanında feribota binmeden hem çıkış hem de giriş damgalarımızı vurdurup feribota geçtim. Bir saat kadar sonra Buenos Aires’teydim.
Buenos Aires
Feribottan indiğimde niyetim yine Couchsurfing üzerinden ayarladığım eve doğru dolambaçlı bir yürüyüş yapmaktı. Hava kararmıştı ki evi fazla zorlanmadan buldum. Türlü türlü nerd itemleriyle, gereksiz teknolojilerle ve ihtiyaç fazlası alet edevatla dolu evde benimle birlikte Arjantinli iki kuzen daha kalacaktı. Ben geldiğimde ev sahibi ve kuzenler çıkıp beni yalnız bıraktılar. Onlar gelene kadar kafa dinlerim diyordum ki evin hadsiz köpeği yersiz tacizleri ve öfke patlamalarıyla pek rahat vermedi.
Oturma odasına üç misafir yayıldık. Benim payıma çift kişilik şişme yatak, kuzenlerden birine tek kişilik şişme yatak, öbürüne de kanepe düştü. Kanepede yatan elemanla epey bir lafladık. O Amerika’da, kuzeni de Avustralya’da yaşıyormuş. Çok küçük yaşta ikisinin de ailesi Arjantin’den ayrılmış. Şimdi de birlikte anavatanlarını görmek için uzun süreli bir seyahate çıkmışlar. Sadece Arjantin’i geziyorlarmış. Epey kafa dengi bulduğum çocukla ettiğimiz muhabbetten pek keyif aldım.
Sabah erken saatte toplanıp hep birlikte evden ayrıldık. Apartmanın önünde kuzenler bir yöne, ev sahibi bir yöne, ben de başka bir yöne ayrılmadan evvel vedalaştık ve yollarımıza gittik.
Beni zor ve uzun bir gün bekliyordu. Buenos Aires’teki tek günümde şehrin hakkını vermek zorundaydım. Çantamdan kurtulmak için Bounce adlı uygulamadan bulduğum hostele uğrayıp çantamı emanete bıraktım. Sonrasında ver elini Buenos Aires.
İlk durak Recoleta. Burası duvarlarla çevrili bir mezarlık. Pek çok ünlü simanın da mezarının bulunduğu Recoleta neden bu kadar ünlü onu açıklayayım. Burada her bir mezar ayrı bir sanat eseri. Labirenti andıran dar sokaklar boyunca irili ufaklı kulübelerin her biri özgün bir tarz ve tasarıma sahip. Alışıldık konsepte takla attırılmış bu inovatif mezarlığın turist kapanına dönüşmesi hiç de şaşırtıcı değil.

Labimezarent...
Kıtanın en geniş caddesi olan 9 Temmuz Caddesi’nde karşıdan karşıya geçmek epey uğraş gerektirmekte. Tek seferde geçmenin olanaksız olduğu bu devasa caddenin göbeğinde neredeyse şehrin simgesi haline gelmiş kallavi bir obelisk bulunmakta.
Mayıs Meydanı şehrin politik merkezlerinden. Cunta döneminde faili meçhullerin kurbanı olmuş, rejim tarafından ortadan kaldırılmış sayısız Arjantinlinin annesi yıllar önce bu meydanda toplanıp kayıplarının hesabını sormaya kalkmış. Yıllardır da dur durak bilmeden bu meydanda toplanmayı sürdürmekteler.
Hemen karşıda da Casa Rosada bulunmakta. Önündeki heykelin çevresine kaybolanların isimleri, resimleri vb. bırakılmış. Bu haliyle bu bölge ülkenin karanlık geçmişine ışık tutar hale gelmiş.
Çevredeki banklardan birinde mola verip polise dert anlatmaya çalışan Asyalı turistleri seyrederken müthiş bir ağırlık çöktü. Dayanamayıp bankı bırakıp sırtımı bir ağaca verip meydanın ortasında 20 dakika kadar kestirdim.
Dolmuş depomla, esprisini tam kavrayamadığım San Telmo’ya çıktım. Burada envai çeşit lokantanın bulunduğu kapalı market bulunmakta ki en kalabalık nokta da burası. İçini şöyle bir dolaştım da tabaklardaki koca koca etler ağzımı sulandırdı. Yemek saati henüz gelmediğinden dondurmayla yetindim. Buradaki sokaklarda çok sayıda dondurmacı ve şekerlemeci mevcut. Özellikle Arjantin’de acayip popüler olan süt reçeli neredeyse her dükkanda. Sadece süt reçeli ve türevlerinin satıldığı dükkanlar bile var. Birkaç tanesinde şöyle bir dolanıp açıktaki ürünlerden bol bol denedim.
La Boca. Yani şehrin nispeten banliyö bölgesi. Ücretsiz Ulusal Müze’yi ziyaret ettikten sonra artık bu semtin sınırları içerisindeydim. Pek tabi La Boca’yı meşhur eden şey semtin futbol takımı Boca Juniors. Benim de niyetim kulübün stadyumu La Bombonera’yı görmekti.
La Bombonera’nın çevresi baştan aşağıya sarı lacivert renklere boyanmış. Burada herkes forma ya da eşofmanlarla geziyor. Turistlerin de ilgisi üst seviyede. Doğal olarak stadyum çevresi her daim karnaval havasında. Atmosferin tadını çıkarıp kulübün müzesini de görme niyetindeydim ki biraz tuzlu geldi. Pas geçtim.
Boca Juniors ile ilgili kısa bir fun fact; kulübün renkleri yukarıda da değindiğim üzere sarı lacivert. Kulüp ilk kurulduğunda renkler ile alakalı net bir karar verilememiş. En sonunda limana giren ilk gemi hangi bayrağı taşıyorsa takıma o renkleri vermeyi kararlaştırmışlar. Gelen ilk gemi İsveç bandıralı olunca takıma renkleri veren de İsveç bayrağı olmuş.

Biraz ağzınız sulansın...
Sahil kesiminden uzun bir yürüyüşle liman bölgesine vardım. Limanın ikonik köprüsü Puente de la Mujer. Yani kadın köprüsü. “Açık bir ağıza” benzeyen köprüye neden bu ismi uygun gördüklerini anlayamadım doğrusu…
Ertesi gün oynanacak Libertadores Kupası finali sebebiyle şehre doluşan Brezilyalı taraftarlar arasında tango yapan dansçıları seyrederek gerçek bir Latin Amerika deneyimi yaşadım. Ardından, bütçem doğrultusunda bulabildiğim en lüks steakhouse için tabanları yağladım. Menüdeki en kallavi şeyi sipariş ettim. Önce üç küçük sos ile sıcacık ekmekler geldi. Ardından kol gibi bir et, üzerinde en az et kadar lezzetli ızgara sebzeler ve kızarmış patates ile enfes bir yemek oldu. Arjantin’in meşhur bifteklerinin neden meşhur olduğunu birinci elden deneyim etmiş olduk.
Son kalan kuvvetimle hostele dönüp çantamı teslim aldım. Ardından taksiyle havaalanına geçtim. 29 kilometre ile tüm turun yürüyüş rekorunu kırdığım günde tükenmiş vaziyetteydim. Ayıptır söylemesi bir de makat çevresinden pişik oldum ki sormayın. Neyse ki havaalanı tuvaletinde sürdüğüm Bepanthol rahatlattı.
Sabaha karşı kalkan uçağıma kadar havaalanında zaman geçirdim, biraz da kestirdim. Dehşetengiz olmasa bile çok da huzurlu sayılamayacak bir uçuşla Ushuaia’ya indik. Buenos Aires’i ardımda bırakırken hakkında şu notları düşmeden geçmeyeyim. Buenos Aires kesinlikle kıtadaki en derli toplu şehir. Gerçek bir metropol. Sokaklar, caddeler, binalar vb. o denli düzenli bir mimari ile inşa edilmiş ki hayran kalmamak elde değil.
Ushuaia
Ali Eriç’in, üniversite zamanlarımda okuduğum “İstanbul’dan İstanbul’a Bir Dünya Seyahati” kitabında tanışmıştım Ushuaia ile. Hiç de İspanyolcaya benzemeyen adı ve “dünyanın en güneyindeki yerleşim yeri” vasfıyla ilgime mazhar olmuştu. O zamanlar benim için fazla iddialı bir hedefti ama yıllar sonra, işte buradayım.
Güney Amerika kıtasının güneyindeki Patagonya bölgesi dünyanın en nadide bölgelerinden. Aslında bu coğrafya başlı başına uzun bir seyahati hak ediyor. Bu yüzden ben de seyahatime bu bölgeyi bir şekilde sıkıştırma niyetindeydim. İlk olarak El Calafate bölgesini radarıma almıştım. Burası Perito Moreno Buzulu ile öne çıkıyor ve ben de bu ünlü buzulu görmek için hevesliydim. Ancak sonradan kararımı değiştirdim ve direksiyonu kıtanın dibine kırdım.

Dünyanın dibi...
Sabahın ilk ışıklarıyla vardığım Ushuaia üçgen biçimli, mega boy bungalovu andıran mütevazı bir havaalanına sahip. Oturacak bir yer bulup bir iki saat kestirdikten sonra aklı başında tüm diğer yolcuların aksine taksi seçeneğini pas geçip şehre doğru yürümeye koyuldum. Aslında aradaki mesafe öyle çok da uzun değil ama bütünüyle açık arazide muazzam bir soğuk ile cebelleşmek zorundasınız. Zordu evet ama sabahın parıltılı güneşi altında, enfes bir manzaraya doğru o canlandırıcı yürüyüşü yapmak hele insanın dünya üzerinde bulunduğu konumun benzersizliğiyle de birleşince başlı başına unutulmaz bir deneyim haline geliyordu.
Ushuaia, sırtını tepesi karlı dağlara vermiş bir kent. Önünde ise Beagle Kanalı’nın terbiye ettiği Antarktika suları... Paralel birkaç caddeden müteşekkil şirin bir çarşı ve çoğu tek katı geçmeyen, bahçeli evler. Akşam 11 sularında batıp, sabah 7 gibi doğan bir güneş. Sakin insanlar, sessiz sokaklar, soğuktan kaçınmaya yarayan kafeler… “Dünyanın dibi” ünvanını gururla taşıyıp her adımda da hissettiren Ushuaia’yı benzersiz kılan bir başka husus da şehrin Arjantin ile kara bağlantısına sahip olmaması. Şili toprakları Ushuaia’nın kuzeyinde Arjantin topraklarını bıçakla keser gibi bölmüş.
Hostelime yerleşip önceki günün yorgunluğunu atmak için birkaç saat uyukladım. Akşam üzeri tekrar dışarı çıkıp şehrin nispeten yüksek kısımlarında turlayıp tekrar kıyı hattına indim. CS üzerinden tanıştığım Alexis ile buluşup bir şeyler içtim. Aslen Cordobalı olan Alexis birkaç yıl evvel oradaki hayatını tümden bırakıp buraya yerleşmiş. Ondan Ushuaia gibi bir yerde yaşamanın nasıl bir deneyim olduğunu öğrenmeye çalıştım.
Ertesi gün erkenden iskeleye gidip önceki gece satın aldığım tura katılmak üzere feribota atladım. Tüm günümü alacak turda ilk durak Dünyanın Sonundaki Fener oldu. Adının muhteviyatını açık ettiği fenerin bulunduğu kaya parçasında dört dönerken kayalık üzerine dağılmış fokları da görme fırsatı bulduk. Sonrasında kanal boyunca uzun süre seyredip penguenlerin yaşadığı bölgeye vardık. Belgesellerde sayısız kez izlediğimiz bu sevimli canlıları dünya gözüyle görmek çok keyifliydi.

Adını, Charles Darwin’in evrim teorisinin tohumlarını attığı araştırma gezisindeki gemiden alan Beagle Kanalı dönüş yolunda bizi epey hırpaladı. Dalgalı denizde feribotumuz hop oturup hop kalkarken yolcular helak oldu. Kusanlar, ayılıp bayılanlar, yerlerde yatanlar derken 6 kişilik masalar arasında en delikanlısı bizim masamız oldu. Alman bir baba oğul, Brezilyalı bir anne kız, Amerikalı bir yankee ve bendenizden müteşekkil masamızda ne kusan oldu ne fenalaşan.
Sadece Ushuaia değil tüm Arjantin ile alakalı bir başka detay da ülkenin dondurmaları üzerine. Arjantin’in her yerinde çok sayıda dondurma yedim ve dondurmaların kalitesi beni benden aldı. Biraz düşününce hayvancılığı ile ünlü ülkede buna şaşırmanın beyhude olduğu anlaşılıyor gerçi. Yine de değinmeden geçmemek gerektiği kanaatindeyim. Özellikle de ülkenin temel dondurması olan süt reçelli dondurmayı neredeyse her dondurmacı on numara yapıyor.
Hostele çağırdığım taksi ile havaalanına döndüm. Ushuaia’yı muhteşem anılarla ardımda bırakacaktım. Burayı rotama eklemek bütçemde hatırı sayılır bir gedik meydana getirse de Ushuaia’ya gelmiş olmaktan dolayı hiç pişman olmadım. Aksine, kıtadaki favori destinasyonlarımdan biri burası oldu.
Hava yolu tanrıları üzerime öyle bir lanet savurmuş olmalı ki sıkıntısız bir uçuş bana haram. Bu kez de arka sıralardaki yolculardan biri fenalaştı. Eşi olduğunu tahmin ettiğim hanımefendinin çığlıkları uçağı inletirken hosteslerin “medico” nidalarıyla koşuşturmaları genel gerginlik katsayısını epey yükseltti. Neyse ki tüm bu süreç fazla uzamadı da huzurumuş kaçmadı.
Yeniden başkente döndüğümde havaalanından ayarladığım bir taksiye atlayıp Retiro’ya, yani otogara geçtim. 4 saat kadar süren bir yolculuğun ardından ülkenin ikinci büyük şehri olan Rosario’ya indim.
Rosario
Rosario, pek numarası olmayan bir şehir. Şöhretini Messi’nin ve Che’nin doğum yeri olmasına borçlu. Başta ben de bu şehir için istekli değildim ancak 20 saati bulan otobüs yolculuklarını kısaltmak için Rosario’yu bir ara durak hüviyetinde rotaya ekledim.
Taksiyle şehirdeki ev sahibim olan Edgar’ın evine gittim. İngilizcesi benim İspanyolcamdan beter olsa da beni güler yüzle karşıladı. Her iki dili de yamultup üzerine bir nebze vücut dili ekleyerek anlaşmanın bir yolunu bulduk.
Edgar tek odalı bir dairede oturan sempatik bir eleman. Psikoloji alanında çalışıyormuş. Tam olarak iş tanımını ne yazık ki anlayamadım ama Instagram üzerinden ekleştiğimizde psikoloji, kişisel gelişim vb. alanlarda online ya da yüz yüze seminerler falan verdiğini gördüm. Üstelik tipini de bir görseniz; küpeli, dövmeli falan. Favori dizisi de bizim Zeytin Ağacı :)
Rosario hakkında fazla detaya inmeyeceğim. Şehir bir tarafından Parana Nehri tarafından çevrelenmiş vaziyette. Pek fotojenik olmayan bu nehrin hattında sakin bir yürüyüş yolu, parklar, kafeler vb. mevcut. Bu yolun sonu Ulusal Bayrak Anıtı’na çıkıyor.
Rosario caddeleri, diğer tüm Arjantin kentleri gibi ustaca tasarlanmış. Birbirini dik kesen paralel caddeler boyunca yaptığım yürüyüşlerde şehrin ve hatta ülkenin bu yönünü bir kez daha takdir ettim. Gerçekten de Arjantin, en azından benim gördüklerim arasında, dünyanın en planlı şehirlerine sahip ülkelerinden biri.
Girişinde ottan, çiçekten yapılmış, hikmetini çözemediğim bir takvim bulunan şehir parkının ardından ülkenin olimpiyat madalyalı sporcularına adanmış bir tür walk of fame üzerinden geçip bir başka leziz dondurmayı mideye indirip eve döndüm.

İnce işçilik...
Bazen salaklığım tutuyor. Edgar bana dairenin anahtarını bırakıp işim bittiğinde yolun karşısındaki büfeye bırakmamı tembih etmişti. Buna ne gerek olduğunu anlayamamıştım oysa cevap gözümün önündeydi. Edgar’ın yaşadığı apartmandan dışarı çıkmak istiyorsanız anahtarınız olmalı. Anahtarı sensöre okutup ancak öyle dışarı çıkabiliyorsunuz. Sabah bu süreci deneyimlememe rağmen mallığım tuttu ve eşyalarımı aldıktan sonra anahtarı masanın üzerine bırakıp koridora çıktım. Jeton ancak binanın kapısına geldiğimde düştü. Hemen ilk dairenin kapısını çaldım. Gençten bir oğlan kapıyı açtı. Net cümlelerle müşkülümü izah edip kapıyı açmasını rica ettim. Sağ olsun hemen yardımcı oldu. Edgar’a binadan nasıl çıktığım bilmecesini çözmek kaldı.
Mendoza
Akşam üzeri bindiğim otobüs ertesi sabah Mendoza’ya vardı. Oldukça uzun bir yolculuk olmasına rağmen çok rahat geçti çünkü yol boyunca küp gibi uyudum. Gözümü açtığımda Mendoza otogarının girişindeki “Mendoza’ya hoşgeldiniz!” tabelası ilk gördüğüm şey oldu.
Hotels sitesindeki bir gecelik bedava konaklama hakkımı kullanıp Mendoza için kendime otel ayarlamıştım. Fırsattan istifade tişörtlerimi falan da yıkatırım düşüncesindeydim. Otelin giriş saatini beklerken garın rahat mı rahat koltuklarında güzel bir uyku çektim.
Otele vardığımda otelin çamaşır yıkama hizmeti olmadığını öğrendim. Halbuki sitede laundry ibaresi mevcuttu. İş başa düşünce odaya çıkıp ilk iş banyoya geçip tişörtlerimi ve donlarımı el yordamıyla yıkamak oldu. Sonrasında kendimi sokağa attım.
Mendoza küçük bir şehir. Şili sınırına oldukça yakın ve şarapları dünyaca meşhur. Haliyle burada pek çok irili ufaklı şaraphane ve üzüm bağı mevcut. Bunun haricinde mütevazı bir şehir Mendoza. Çarşı bölgesinde hoş mekanlar mevcut olduğu gibi merkezin bir tık dışında geniş parklar da bulunuyor. Mendoza sakin bir şehir. Gel gelelim şarap dışında sunacak çok da bir şeyi yok.
İkinci günümde General San Martin Parkı’nı keşfettim. Adının park olmasına bakmayın, burası başlı başına bir semt cüssesinde. İçinde kampüs, mesire alanları, ekili bölgeler, tiyatro, spor salonu falan ne ararsan var. Park aynı zamanda şehir merkezi ile şaraphaneleri birbirinden ayıran bir nevi tampon bölge.
Mendoza’daki ilk günümü şehir merkezini turlayıp abur cuburlar eşliğinde otelde pineklemeye vakfettim. İkinci günüm ise bütünüyle San Martin Parkı’na gitti. Uzun yürüyüşler sonrasında otele dönüp eşyalarımı aldım. Otogara gidip Şili’ye gidecek otobüsümü bekledim. Arjantin otobüslerinde, diğer çoğu Latin Amerika ülkesinde olduğu gibi çantalarınızı bagaja yerleştiren ve size teslim eden elemanlar devamlı bir bahşiş beklentisinde. İnerken neyse de binerken bu bedelden kaçınmak pek kolay değil. Zira insanın içine kurt düşüyor. Ayar olan eleman çantaya sustalıyı takar falan, mazallah! İnsanın aklına türlü türlü şey geliyor.

İtalya'da yemediğim dondurmayı Arjantin'de yedim...
Mendoza’dan kalkan otobüste şans yüzüme güldü sandım. Zira biletim yine en ön sıradaydı ve yanım boştu. Ben geldiğimde yerimde oturan bunak karı ben gelince yan taraftaki boş koştuklara geçti. Yerde bulduğum meyve suyunu gösterip onun olup olmadığını sordum. Kafasını olumsuz anlamda salladı. Çok geçmeden oranın da sahipleri gelince arka tarafa, kendi yerine geçti ama otobüs hareket edince yanımın boş olduğunu görüp tekrar geldi, kuruldu. Sonra bana meyve suyunu sordu. Ben sahipsiz meyve suyunu çantama atmıştım bile. Şimdi pişkin pişkin kendisine ait olmayan bir koltuğa kurulup, kendisine ait olmayan bir içeceğin peşine düşmüştü. Vermedim. İnat etti. Bilmiyorum, ben orada bıraktım yuvarlanıp gitmiştir dedim. Cins cins baktı. İğrenç bir kadındı. Telefonda bağıra çağıra konuştu. Ayaklarını oraya buraya uzattı. Suratına iki yumruk çakasım geldi.
Şili sınırında yarım saat kadar sıramızı bekleyip muavinimiz eşliğinde kontrole girdik. Tuhaftır, Arjantin çıkışı yapmadan doğruca Şili damgalarımız vuruldu. Ben mi bir şeyler kaçırdım düşüncesiyle muavine danışıp problem olmadığını öğrendim. Neticede Arjantin’den çıkış damgası alamadım. Vardır bunun da bir hikmeti.
Santiago
Rivayet odur ki Aşık Veysel ahbapları tarafından Şili coğrafyası hakkında bilgilendirildikten sonra meşhur sözlerini notalara dökmüştür; Uzun İnce Bir Yoldayım. Şili işte böyle bir memleket, uzun ve ince. Gezegenin en nevi şahsına münhasır coğrafyalarından birine sahip olan bu ülke Arjantin’e Pasifik yüzü göstermemek için ant içmiş. Zaten iki ülke arasındaki doğal sınırı meydana getiren And Dağları’nın adını da işte bu anttan aldığı anlatılagelir.
Resmi olarak Şili’ye girdikten sonra And Dağları arasındaki kıvrımlı yollarda, üstelik de gecenin karanlığında, roller coaster misali yolculuğumuza devam ettik. Frene tövbe etmişçesine virajlara dalan kaptanlar ve yüzlerce kilometre durmaksızın süregiden tek gidiş gelişli yollarda sayısız hatalı sollamalar…
9 sularında Santiago’ya vardık ve şehrin otogarlar silsilesinde kendimize bir yer bulduk. Santiago’da her otobüs firmasının kendisine ait bir otogarı var sanki. Bunların hepsi sırt sırta dizilmiş vaziyette ve çoğu rezil durumda.
Tabanları yağlayıp, sırtımda çantamla şehir merkezine kadar yürüdüm. Otogar çevresindeki vahim görüntü Citizenship Park dolaylarında yerini daha medeni bir görünüme bıraktı. Bayraklarla donatılmış alanın karşısında Moneda Kültür Merkezi yer alıyor. İçine şöyle bir bakındığımda boydan boya Fas itemleriyle dolu olduğunu fark ettim. Meğer zemin katta Fas Geceleri organizasyonu varmış. Fas müzikleri, giysileri, eşyaları, kınalar vb.
Moneda’dan itibaren şehrin kalbindeydim. O güne dek konuştuğum pek çok kişiden Şili’nin kıtadaki en Amerikanlaşmış ülke olduğunu duymuştum. Şilililer uzun süre pasaportlarıyla A.B.D.’ye girebilen yegane Latin Amerikalılar olmuşken gidenlerin çıkardığı olaylar sebebiyle bu ayrıcalık riske girmiş. Öte yandan ülke Amerika’nın kıtadaki üssü konumunda ve dolayısıyla Amerika etkisinin en güçlü olduğu ülke. Bu etkiyi ilk hissettiren şey donut oldu. Şili’de adım başı donut dükkanı bulunabilir. Ardından Santiago merkezindeki mimari ve yüksek binalar bende kuvvetli bir A.B.D. imgesi çağrıştırdı.

Plaza de Armas...
Plaza de Armas şehrin kalbi. Metropolitan Katedrali gölgesindeki hareketli park şehrin gayrıresmi buluşma noktası. Burada oturup hem soluklandım hem çevreyi izledim. Filmlerden, dizilerden zihnimize kazınan Latin Amerika imgesinin adeta hayat bulduğu yerlerden birisiydi burası.
Santiago’da pek meşhur bir balık çarşısı var. Burada çiğ halde balık satıldığı gibi çok sayıda lokanta da mevcut. İçinden şöyle bir geçtim. Burada yemek yeme niyetim zaten yoktu ama olsaydı bile vazgeçerdim. Çünkü mekan sinekten ve hanutçudan geçilmiyor.
Santa Lucia Tepesi şehrin iki numaralı tepesi. Girişte adımı ve giriş saatimi deftere kaydedip yürüyüşe koyuldum. Tatlı rampalardan tırmanarak zirveye vardım. Buradan tüm şehri görmek mümkün. Merkezdeki gökdelenler, And Dağları ve diğer her şey. Gel gelelim bu ne kadar hoş bir manzara, orası soru işareti.
Daha nahoş olan ise Santa Lucia sonrası başıma gelenlerdi. Ana cadde üzerinde metro alt geçidini kullanarak karşıya geçmiş, merdivenlerden çıkıyordum. Telefonum eşofmanım cebimdeydi. Doğrusu biraz şımarmış ve tedbiri elden bırakmıştım. Kalabalık arasında yolumu bulmaya çalışıyordum ki cebimde turlayan parmakları hissettim. Keskin bir refleks gösterip hemen elimi cebime attım. İşgalci parmaklar elleri boş biçimde uzaklaşırken ben de evvela telefonu güvenceye alıp hızlıca açıkta başka şey var mı diye kontrol ettim. Saniyeler sonrasında arkamı döndüğümde kapüşonu yarı yarıya kapatılmış bir zencinin hızlı adımlarla uzaklaştığını gördüm. Arkamda bir o bir de 15 yaşlarında bir kız vardı.
Benim bu zencilerden çektiğim nedir arkadaş? Güney Afrika 1, Kopenhag 2, şimdi de 3. Gittiğim onca ülkede sadece 3 kez tatsız olaylar yaşadım ve üçünde de başrolde bunlar var. Şimdi gel de ırkçı olma.
Pratik bir şeyler atıştırıp CS’den ayarladığım ev sahibime doğru yola koyuldum. Tüm gün çantayla gezdiğimden epey hırpalanmıştım. Pilim bitmeye yakın eve vardım. Yakındaki marketten bir koca şişe su ve aynı ebatlarda bir meyve suyu alıp yatana kadar içtim.
Mauricio Santiago’daki ev sahibimdi. Güvenliğin apartman kapısını açmasıyla içeri girip bana söylediği kat ve daireye çıkmak için asansöre bindim. O sırada Mauricio’ya da haber vermiştim. Nasıl olduğunu hala anlayamadım ama kat arasında bir adam daha asansöre bindi. Kaçamak bakışlarla birbirimizi selamladık. Ben dördüncü katta indim, o devam etti. Dakikalar sonra aynı adam Mauricio’nun dairesine geldi. Meğer o adam Mauricio’ymuş. Ulan hadi ben uyanamadım, sırtımda koca çantayla belli ki yabancı bir adamım. Senin dairenin katında iniyorum. Sen beni nasıl tanıyamadın?
Bu hoş karşılaşmanın ardından içeri girdik. Mauricio’nun evi on numaraydı. Kendime ait bir odam olmuştu. Ev tertemiz ve düzenliydi. Ev sahibimin kendisi de çok iyi bir adamdı. Onun işleri dolayısıyla fazla konuşma fırsatı bulamadık. En yoğun sohbetimiz, kendisinin benim için hazırladığı kahvaltı esnasındaydı. Son derece nazik, düşünceli ve entelektüel bir adamdı. Zamanında Türkiye’ye de gelerek İstanbul, Kapadokya ve güneydoğu tarafındaki bazı bölgeleri ziyaret etmişti. Haliyle konuşacak çok şeyimiz vardı. Şili’de yaşamanın seyahat etmek için ne kadar zor olduğunu söyledi ki dünya haritasını göz önüne getirdiğimde ne kadar haklı olduğunu ben de tasdik ettim. Bu bakımdan bizler çok şanslıyız. Dünyanın göbeğinde yaşıyoruz ve coğrafi açıdan bakacak olursak dünyanın seyahat etmeye en elverişli birkaç ülkesinden birine sahibiz.
Santiago’da dolu dolu geçen ilk günümün ardından geriye pek bir şey bırakmamıştım. Niyetim San Cristobal Tepesi’ne çıkmaktı. Gel gelelim kallavi ücreti karşısında geri vites yapıp St. Lucia’nın manzarasıyla yetinmeye karar verdim. Şehrin gastronomi merkezi olan Bella Vista’dan geçip Cenco Costanera’ya yürüdüm. Burası şehrin en uzun gökdeleni ve en büyük alışveriş merkezi. Özellikle buraya gitmesem de istikametim üzerinde kaldığından şöyle bir uğrayıverdim.

O günkü asıl durağım Atatürk Meydanı’ydı. Şehrin en şatafatlı caddesi olan Apoquindo üzerinde bulunan küçük bir park ve önündeki bir büstte Atatürk’ün kabartması ile sözlerinin yer aldığı bir levha karşısında elbette göğsüm kabardı. Bişkek’ten sonra Santiago’da da Gazi’nin izlerini sürmeyi ihmal etmedik.
Sabah kahvaltısında Mauricio ile ettiğimiz keyifli sohbet öylesine uzadı ki neredeyse otobüsüme geç kalacaktım. Neyse ki kural tanımaz bir hız delisi tarafından sürülen bir taksiye denk geldim de ucu ucuna da olsa otobüsü yakalayabildim.
Avrupa seyahatlerinin vazgeçilmezi olan Flixbus Şili’de de hizmet vermekte. Ben de Şili’deki otobüs yolculuklarımı yeşil otobüslerle gerçekleştirdim. Valparaiso yolu üzerinde sırt çantalarıyla mesafeleri arşınlayan çok sayıda turist gördüm. Yolun yarısında bir tür karnaval vardı. Onlarca çadır, tezgah, araba vb. ile burası turistlerin hedefledikleri yer olmalıydı. Bunca turist ilgi göstermesine ve sanki bir tür ritüel gibi yürüyerek gitmesine rağmen ben böyle bir panayırdan bihaberdim. Hala da öyleyim!
Valparaiso
Valparaiso tüm seyahatim boyunca en iz bırakan yerlerden biri oldu. Namını çokça duyduğum, yerlere göklere sığdırılamayan bu şehirde ilk dikkatimi çeken şey pislik oldu. Valparaiso pis ve dağınık bir şehir. Ayrıca her yerde nöbet tutan polisler var. Çevrede polis görmek insana kendini güvende hissettiriyor pek tabi ama düşünmeden de edemedim, sokakların polislerle dolup taşması şehrin güvenli olduğunun mu yoksa tam aksine tekinsiz olduğunun mu göstergesidir? Polis görünce rahatlarız ama esasında hiç polis görmemek, polise ihtiyaç duymamak daha emniyetli değil midir? Paradoks gibi bir şey oldu bu.
Valparaiso Pasifik kıyısında, uzaktan bakıldığında etkileyici duran bir şehir. Şöyle ki okyanusun bittiği yerde çok da geniş olmayan düz bir hat başlıyor. Bu hattın sonrasında ise tüm şehri saran, inişli çıkışlı tepeler bulunuyor. Ve olay şu ki bu tepeler boydan boya evlerle dolu. Tüm bu evler lego parçaları gibi yeryüzünü donatmış vaziyette ve yükseltiler sayesinde dalgalanıyorlamış gibi bir ilüzyon yarattıkları dahi söylenebilir.
Şehir yüksek olunca gezmek de zahmetli oluyor haliyle. Tüm o yokuşları tırmanmak hiç de kolay değil. Öte yandan söz ettiğim tepelerin çoğu ziyaret edilmesi önerilmeyen bölgeler zira hiç de tekin değiller. Sadece Cerro Alegre ve çevresi turistlerin akınına uğruyor. Kabul ediyorum, burası rengarenk binaları, grafitileri ve bohem kafeleriyle hoş bir bölge. Gel gelelim hepi topu yarım saatlik bir alan ve yükseltiye rağmen keyifli bir manzara yakalamak da mümkün değil. Zira çevreyi işgal etmiş elektrik direkleri ve kabloları seyre müsaade etmediği gibi tüm kıyı hattını kaplayan liman da deniz manzarasını baltalıyor.

Gelelim Valparaiso’nun bende iz bırakan hazin ve ibretlik öyküsüne. Baştan şu konuda güvence vermek istiyorum. Şehrin şu an bahsedeceğim hikayesi üç Valparaisolu tarafından benzer biçimde anlatılmış olup tarafımdan yapılan araştırmalar ile de tasdiklenmiştir.
Takvimleri 11-12 yıl kadar geriye sarıyoruz. Bu tarihlerde Valparaiso Şili’nin göz bebeği, gurur kaynağı. Şehrin ismi bile cennete doğru yahut cennete giden yol gibi anlamlara gelmekte. Pablo Neruda’nın memleketi olması bakımından da meşhur olan Valparaiso tam bir mücevher. Ancak bu tarihlerde Venezuela ve Kolombiya başta olmak üzere kıtanın en sıkıntılı ülkelerinden büyük bir göçmen akımı başlıyor. Bu göçmenler ekonomik ve siyasi nedenlerden ötürü kendi memleketlerinde tutunamamış, bitik tipler. Her nedense Şili hükümeti bu göç hareketine müsaade ettiği gibi destekliyor da. Tabi bütün bu göçmenlerin Şili’ye akmasındaki asıl sebep de Şili’nin kıtadaki en müreffeh ülke olması. Tüm bu kontrolsüz göçmen kitlesi ağırlıklı olarak Valparaiso’ya geliyor. Çünkü Valparaiso tam bir cennet. Ancak küçük bir şehir olan Valparaiso bu kadar göçü kaldıramıyor. Gelenler umdukları imkanları bulamadıkları gibi yerleşik düzen için de tehdit oluşturmaya başlıyor. Suç oranı artıyor ve şehir sosyal olarak çökmeye başlıyor. Ve zamanla şehir sakinleri birer birer terk etmeye başlıyor Valparaiso’yu. Onların yerini bir işe yaramayan göçmen kitlesi alıyor. Öyle ki Cerro Alegre’nin o rengarenk evlerinin neredeyse hepsi bugün terk edilmiş halde. Sonuç olarak Valparaiso bugünkü haline dönüşüyor. Sokakta yatıp, kaldırımlara işeyen, tehdit unsuru göçmenler. Çökmüş bir ekonomi. Boşalmış muhitler. Adeta istifra etmiş bir şehir.
Valparaiso Şilili insanlarda kapanmamış bir yara gibi. Herkes şehrin eski günlerini özlemle yad ederken o günlerin geri geleceği umuduyla yaşıyor. Durumun vehameti sizleri şaşırtıyorsa şöyle düşünün, Valparaiso alelade bir şehir değil. Şili’nin kalbi. Ekonomik açıdan olmasa da diğer tüm yönlerden, İstanbul bizim için neyse Valparaiso da onlar için o. Bu yüzden yetkililerin olan bitene neden izin verdiğini de anlayabilmiş değiller. Tek açıklamaları kapalı kapılar ardında yapılan gizli anlaşmalar yahut şahsi menfaatlerin peşinde koşan siyasiler. Benzer koşullar altındaki ülkemizi gelecekte bekleyen olası tehlikeleri idrak etmek bakımından Valparaiso harika bir örnek. Elbette durumların aynı olmadığının, Türkiye’nin bir Şili olmadığının farkındayım. Yine de benzer örneklerden ders çıkarmanın elzem olduğu düşüncesindeyim.
İşte Valparaiso’yu özel yapan şeyler bunlardı. Bu bakımdan benim için unutulmaz bir tecrübe oldu. Kendimi bir gazeteci, bir belgeselci gibi hissettim. Eğer öyle olsaydım şehrin hikayesini anlatmaktan geri kalmazdım. “Valparaiso’nun Felaketi: Bir Şehrin Düşüşü.”
Viňa del Mar
Trenle şehir merkezinden ayrılıp Viňa del Mar’a geçtim. Bu ikisi aslında farklı şehirler olsalar da dip dibeler. Bir semtten diğerine geçer gibi birinden diğerine geçiyorsunuz. Buna karşın aradaki fark o denli belirgin ki insan gözlerine inanamıyor. Sihirli bir geçitten geçer gibi Valparaiso’nun yıkık dökük mahallelerini geride bırakıp Viňa del Mar’ın cillop gibi sokaklarına çıktım. Şunu şiddetle vurgulamalıyım ki aradaki dramatik fark akıl almaz seviyede. Valparaiso’daki yıkımın buraya neden sarkmadığını anlamak ise pek mümkün değil. Sorduklarım buna Viňa del Mar’da işlerin çok daha sıkı tutulduğu, göçmenlerin buradaki varlığına izin verilmediği şeklinde cevap verdiler. İşte bir bilinmez daha. Sanki birileri Valparaiso’nun kalemini kırmış da şehri bile isteye yok etmiş…

Ev sahibim Julio...
Şehirdeki ev sahibim Julio ile apartmanın girişinde buluştuk. O gece bir şeyler içip sohbet ettik. Anlattıklarından ilginç bir anekdotu burada da paylaşmak isterim. Birkaç yıl önce bir grup İsrailli Şili’ye, Patagonya’ya gelip bu bölgenin kendilerine vaat edilmiş olduğunu iddia ederek belli miktar toprağın kendilerine yani İsrail’e devredilmesini talep etmiş. Bu ne çeşit bir manyaklık? Şili’yi nereden nasıl buldunuz da buraya gelip toprak talep etmek aklınıza geldi?
Bir de Julio’nun yeğeninin soyulduğu haberiyle sarsıldık. Benim için dramatik olan, olayın tam da benim telefonu kaptırma tehlikesini atlattığım bölgede cereyan etmiş olmasıydı. Belli ki o bölgede genel bir sıkıntı mevcut.
Ertesi gün Julio beni aracıyla gezdirdi. Valparaiso hakkındaki olumsuz izlenimimi bir miktar da olsa kırmak için beni şehrin en hoş manzarasına kadar çıkardı. Sonuç değişmedi. Viňa del Mar’daki büyük bir açık hava tiyatrosuna götürüp kıtadaki en büyük müzik festivalinin burada gerçekleştirildiğini anlattı. Akşama doğru da Viňa’nın bir diğer yakın komşusu olan Concon’a gittik.
Concon
Concon sadece bölgedeki değil tüm ülkedeki kalburüstü yerlerden. Küçük bir şehir olsa da çevredeki yapılardan, sokaklardan, yollardan falan buradaki refahı hissedebiliyor insan. Concon’u görülesi bir yer yapan şey deniz kıyısından başlayarak şehirle bütünleşen kumul tepeleri.
Bunlara tırmanmak epey zorlu. Sağlam kondisyon şart. Ancak zirvede benzersiz bir manzara karşılıyor insanı; Pasifik Okyanusu üzerinde parıldayan güneş ışıkları. Burası gerçekten de fantastik bir yer. Okyanus, çöl ve şehir tek bir kadrajda. Pek çok insan da nevalesini alıp güneşi batırmak için burayı tercih ediyor. Kumula en yakın restoran olan Papa John’s harbiden iyi yere dükkan açmış. Gelenlerin ilk tercihi burası. Sözün özü Concon sadece bu minyatür çöl deneyimi için ziyaret edilmesi gereken bir yer. Burada gün batımını seyretmek eşsiz bir his.

Concon’un kalanını dört teker üzerinde kısa bir turla geçip eve döndük. Julio’nun benim de takdir ettiğim favori hamburgercisinde akşam yemeği yedik. Ağzını Şili’nin merken baharatına buladığımız bardaklardan içtiğimiz birayla otantik bir gastronomik deneyim yaşadık.
Julio’nun evine üç dakika mesafedeki Viňa otogarından başkente giden otobüsüme atladım. Santiago’da da ekspres havaalanı otobüslerinden birine geçip rahat şekilde havaalanına vardım. Çantamı teslim etmek için sıra beklerken okul gezisi organizasyonuyla Şili’ye gelmiş bir kamyon dolusu ergenin gürültüsüne tahammül ettim.
Artık belli ki uluslararası arenada adetler değişmiş. Önceden gittiğimiz ülkenin sınırında, pasaportlar kontrol edilirken gerilirdik. Oysa şimdi bu kontrollerin esprisi kalmamış. Ahiret sorularına denk gelmek çok düşük ihtimal. Her memurun standart sorusu, ülkeye ilk kez mi gelindiği üzerine ki bu soruyu neden hepsi istikrarlı biçimde soruyor anlamıyorum. Olayın ikircikli tarafı artık uçağa binmeden evvel yaşanıyor. Kimi zaman kontuarlarda, kimi zaman boarding esnasında irili ufaklı sorgulara maruz bırakılıyoruz. Her defasında, bir sonraki ülkeden çıkışa yönelik kanıt isteniyor. Uçakla yaptığım tüm sınır geçişlerinde bu olayı yaşadım ben de.
Lima
Lima’ya ikindi vakti gibi iniş yaptım. Ev sahibime bildirdiğim varış saatimi denk getirmek adına bir saat kadar havaalanında oyalandım. Bir saat kadar da havaalanında pusuya yatmış taksicilerden sıyrılıp, zar zor bir taksi bulurken oyalandım. Bindiğim takside Hollywoodvari bir enstantane yaşadım. Yıkık dökük bir şehir, susmayan kornalar, dibine kadar Latin Amerikalı bir müzik, akşam karanlığı ve taksinin arka koltuğunda sert bir tavırla dışarıyı izleyen ben…
Lima’nın belli başlı bölgeleri oldukça virane halde. Zaten kıtanın nispeten medeni ve güvenli olan güney kısmını artık geride bırakmış, gözümü daha açık tutmam gereken kuzey bölümüne geçiş yapmıştım. Bu noktadan itibaren milletin fenotipinde de bariz değişiklikler görmeye başladım. Kıtanın güneyi başta İspanya ve İtalya olmak üzere Avrupa kanının daha baskın olduğu halklardan oluşuyorken kuzeydeki ülkelerde yerli kanı daha öne çıkıyor. Bunu insanların suratına bakar bakmaz kolaylıkla fark edebilirsiniz.
700 küsür referansı ile gözlerimi kamaştıran Nino’nun evi beni pek memnun etti. Bana ayrı bir oda verdiği gibi ayrı bir tuvaletim bile olacaktı. Ellili yaşların sonlarındaki Nino tonton dayı kıvamında bir ağabeyimiz. Tek başına yaşayan bir dul. Dağcılık günleri geride kalmış bir bankacı. Suratında her daim hüzünlü bir ifade barındıran, milliyetçi bir Perulu. Bozuk İngilizcesine rağmen bir iki saat lafladık. Peru ile alakalı çok sayıda tüyo verdi bana. Mevzu Türk dizilerine geldiği vakit bizim dizileri sevdiğini fakat çoğunun aşırı şiddet içerdiğini söyledi.
Sabah olduğunda sözleştiğimiz üzere beraber yapacağımız kahvaltının hazırlıklarına başladık. Nino malzeme ve ekipmanı teslim etti. Soğan, domates ve kapya biberle güzel bir menemen yaptım. Nino da ananas suyu hazırladı. Biraz da peynirle jilet gibi bir kahvaltımız oldu. Hem Nino, hem de Nino’nun diğer misafiri Renzo menemeni beğendiler. En azından beyanları bu yöndeydi.

Peru usulü menemenim...
Lima İspanyol kolonicilerin kıtada kurduğu ilk şehir. Haliyle kolonyal mimarinin en yoğun hissedildiği, en eski şehirlerden biri. Şehrin büyük bölümü tatsız tuzsuz olmasına karşın merkeze doğru bu tarihi doku kendini belli etmeye başlıyor. Zaten bu bölgeye Centro Historico da denilmekte.
Adalet Bakanlığı olduğunu sandığım gösterişli bir bina ve önündeki uzun Miguel Grau Parkı ile beraber Lima’da atmosfer değişmeye, şehir karizma kazanmaya başladı. Dar sokaklar arasındaki parkları geçe geçe Lima’nın kalbine yani Plaza de Armas’a ulaştım. Plaza de Armas bu kıtada Cumhuriyet Meydanı misali bir isimlendirme. Büyük şehirlerin merkezi meydanı genellikle bu isimle anılıyor.
Plaza de Armas katedrali, meydanı ve dükkanlarıyla şen şakrak bir yer. Merkezdeki meydan polisler tarafından kapatıldığından çevresinden dolaşmak zorunda kaldım. Katedral ücreti de pahalı gelince pas geçtim.
Rimac Nehri’ne doğru ilerlerken bir isim dikkatimi çekti; Casa de Aliaga. Lan dedim, bu Aliaga dedikleri Ali Ağa olabilir mi? Makul bir düşünce olmadığının farkındayım ama isim çok davetkar değil mi? Aliaga kelimesinin İspanyolca tınılar taşımıyor oluşu da cabası. Gel gelelim işin aslı elbette öyle değil. Aliaga şehrin en köklü ailelerinden birinin adı. Hatta bunlar belediye başkanları falan çıkaran bir aile.
Rimac Nehri’nin öbür yakasında tarihi tat ağır ağır kayboldu. Ben de bir sonraki köprüden geri döndüm. Nehre paralel uzanan parkın köşesinde bulunan Pizarro Anıtı önünde soluklandım. San Francisco de Asis Manastırı’nda İspanyolca bir tura katılıp katakombların gördüm. Rehberin anlattıklarının yarısını ancak anlayabildim.

Lima Plaza de Armas'ı...
Akşam olmuşken tekrar Plaza de Armas’taydım. Meydan artık açılmıştı. Ufuktaki Noel’in de etkisiyle her yer ışıl ışıldı. Meydanda bir iki tur atıp Huallaga Caddesi boyunca kalabalığa karıştım. Lima’nın korna seslerinin bir an olsun dinmeyen trafiğinde karga tulumba eve döndüm.
Lima’daki ikinci günümde durağım Miraflores olacaktı. Upuzun bir cadde boyunca yürüyüp Miraflores semtine geldim. Burası Lima’nın en sosyetik kesimi. Deniz kenarında yer alan, uçurumlar üzerine kurulmuş bir bölge. Kafeler, lokantalar, mağazalar gırla. İşin doğrusu Miraflores’de elle tutulur pek bir şey yapmadım. Yorulana kadar semti turlayıp eve döndüm.
Ica
Ica çöllerle kuşatılmış bir şehir. Onu turistlerin uğrak noktası haline getiren şey ise Huacachina. Çölün göbeğinde bir vaha olan Huacachina Ica merkezine yürüyerek yaklaşık yarım saatlik bir mesafede. İki bölgeyi birbirinden ayıran yolu aşıp tepeden Huacachina’ya baktığında şevkle doluyor insan. Ortadaki havuzu çevreleyen palmiyeler ve yürüyüş yolları ile alçak boylu binaları saran kum tepeleri ile masallardan fırlamış bir manzara.

Hostelime yerleşip çok oyalanmadan dışarı çıktım. Zamana karşı çetin bir yarış beni bekliyordu. Güneşin batmasına bir saat kadar kalmıştı ve ben bu zaman zarfında kumul tepelerine tırmanmak zorundaydım. Standart yolu takip etmeyip daha kısa süreceğine inandığım başka bir patika buldum. Terliklerimi elime alıp tırmanmaya koyuldum.
Aman diyorum gerçekten. Canım çıktı canım. Bir de asla yanımdan ayırmadığım su şişemi hostelde unutmuşum. Tam da gününde ve zamanında. Nefesim kesilmiş vaziyette, ıkına kıkına yürüdüm de yürüdüm. Peki değdi mi? Vallahi değdi. Zirveye çıkıp serin kumlara kurulduğumda güneş yeni yeni batmaktaydı. Çölün çevrelediği Ica ve Huacachina ile gökyüzünün kumlara vuran kızıl rengi benzersiz bir tezat meydana getirmekteydi. Kararmaya yüz tutan hava ile beraber ahenkli biçimde savrulan kum zerrecikleri belirginleşmişti.
Havanın tamamen kararmasını bekleyip manzarayı bir de karanlık altında görmek istedim. Pek tabi görmeye değer bir şey yoktu artık. Şehrin ve vahanın ışıkları kalmıştı geriye. Zaten hava da bir anda soğumuş, güçlenen rüzgar yüzünden üstüm başım kum ile dolmuştu. En kötüsü de akbaba gibi başımda dört dönen sineklerdi. Beni sağlam haşladılar. Çıkışı işkence gibi gelen aynı patikadan geyik gibi seke seke indim.
Akşam yemeği için bakınırken iki cüretkar eleman beni tavlayıp su kenarındaki mekana aldılar. Huacafuckingchina isimli lokanta pek tabi ismiyle benzerlerinden ayrılmakta. Bütçem dahilinde bir tercih yapıp chaufa isimli pilavdan sipariş ettim. Bir nevi Peru-Çin füzyonu olan bu yemek pirincin yanı sıra çeşitli et, balık vb. ile sebzeler içeriyor. Gösterişli değil fakat doyurucu.
İkinci günüm için niyetim diğer bir kum tepesine tırmanmaktı lakin tecrübelerim beni bu düşünceden soğuttu. Akşam uzun bir otobüs yolculuğum olacaktı ve gün içerisinde fazla hırpalanmak istemiyordum. Bu yüzden su kenarında turlar atıp bulduğum gölgelik alanlarda gözlerimi dinlendirdim.
Geldiğim gibi yine yürüyerek Ica’ya dönüp otogara gittim. Görüp görebileceğiniz en kaotik otogarlardan biriydi. 22:00 kalkışlı otobüsüm bir türlü gelmek bilmedi. Firmanın kioskunda da bir muhatap bulamadım. Çaresizce beklerken Fransız bir sırt çantalı ile tanıştım. O da aynı otobüsü bekliyordu. Böyle olunca birbirimize yoldaş olduk. Jeoloji mühendisliği gibi bir mesleği varmış. İşinden istifa edip bir yıllık Güney Amerika turuna çıkmış. Döndüğünde ne yapacağını sorduğumda tekrar iş bulacağını söyledi. Fransa’da bir jeoloji mühendisi işinden istifa edip seyahate çıkmış ve döndüğünde tekrar iş bulacağından emin. Sonra Türkler neden gezmiyor?
Otobüs bir saat kadar gecikmeli olsa da geldi. Bu tatsızlık yan koltuğumun boş olmasıyla dengelendi. Güzelce yayılıp 17 saatlik yol için kendimi hazırladım. Keşke 17 saat olsaydı. Ertesi gün öğlene doğru bir dağ geçidinde yol kapatılmıştı. Su tesisatında patlama mı olmuş ne! İki saat kadar öylece bekledik. En sonunda bizi yakındaki bir kasabanın dar sokaklarına yönlendirdiler. Koca otobüs tıklım tıklım araç dolmuş dar yollardan zar zor manevra yaparak yol aldı. İşkenceden hallice geçen yolculuk 22 saat sonunda nihayete erdi.

Cusco yolu sinir harbi şeklinde geçti...
Cusco
Cusco otogarında otobüsten inip de çantamı aldığımda yeniden doğmuş gibiydim. Son enerjimle hostele doğru tempolu bir yürüyüşe koyuldum. 15 dakika kadar sonra hostelimdeydim. Yakındaki bir marketten aldığım öte beriyle karnımı doyurup uzun bir duş alıp doğruca yatağa attım kendimi.
Cusco Peru’nun en önemli şehirlerinden biri. İnka medeniyetinin başkenti olan şehir bugün de bu dokuyu muhafaza etmeyi sürdürüyor. Enfes bir meydana sahip. Bu meydandan uzanan dar sokakların her biri ayrı ayrı görülmeye değer. Şehrin yükseklerine doğru çıkıldığında ise şehri tepeden seyretmenin ayrı bir keyif olduğunu idrak ediyor insan. Açıkçası ben Cusco’yu yükseklerden baktığımda Floransa’ya benzettim. Benzer renk paleti, tarihi doku falan. Öyle hissettirdi.
Cusco’da güzel bir yemek yemeyi kafaya koymuştum. Bütçemi esneterek kaliteli bir mekan buldum ve gittim. Menüden en çok merak ettiğim iki şeyi sipariş ettim. Kendim de çok iyi yaptığım ceviche ve Nino’nun ısrarla önerdiği alpaka eti. Alpaka deveye benzeyen tüylü, tatlı bir hayvan. Etinin yendiğini dahi bilmiyordum. Meğer on numara bir eti varmış. Yumuşak ve sulu biftek bana kuzu etini andırdı. Ceviche ise benim için fazla kalabalıktı. Balık eti kaybolmuştu. Yemekte aklıma çok parlak bir fikir geldi. İstanbul’un bohem semtlerinden birinde, menüsü çeşit çeşit cevicheden ibaret olan bir restoran açmak, adını da Gel Cevichelim yapmak.

Pamuk gibi alpaka eti...
Cusco’da aldığım derslerden biri mailleri adam akıllı okumak gerektiği oldu. Aguas Calientes için biletimi internetten almıştım ama meğerse firmanın ofislerinden birine gidip check-in yapmak da gerekiyormuş. Tabi ben buna ihtimal vermediğimden, gelen maili de doğru dürüst okumadığımdan pas geçtim. Siz siz olun mailleri insan gibi okuyun arkadaşlar.
İnternetten “Macchu Picchu’ya nasıl gidilir?” temalı bir arama yapacak olursanız karşınıza elli tane sonuç çıkacaktır. Ancak bunların hepsinde mesele o kadar karmaşık anlatılır ki kolay kolay bir şey anlamasınız. İşte benden size en basit Macchu Picchu ulaşım rehberi. Macchu Picchu’ya gitmek için Aguas Calientes isimli kasabaya gitmeniz gerek. Bunun için de trene binmek zorundasınız zira buraya başka bir yöntemle ulaşmak mümkün değil. Trenin kalktığı iki durak var. Cusco yahut Ollantaytambo. Ancak Cusco’dan her daim tren bulunamıyor. Bu nedenle Cusco kalkışlı satılan biletler otobüs+tren şeklinde. Benim de aldığım bu biletlerden alırsanız Cusco’dan bindiğiniz otobüs sizi Ollantaytambo garına kadar götürüyor. Bu esnada personel tarafından devamlı yönlendiriliyorsunuz. Ollantaytambo’ya kendi imkanlarınız ile gitmek isterseniz de oradan kalkan bir trenle Aguas Calientes’e gidebilirsiniz.
Ben otobüsüme binmek üzere Wanchaq İstasyonu’na gittiğimde check-in yapmamış olduğum gerçeği suratıma bir tokat gibi indi. Neyse ki çalışanlar çok güler yüzlü ve yardımsever. Bir iki telefon konuşmasıyla işi çözüp beni otobüse aldılar. Yine de Ollantaytambo’da check-in yapmam gerekecekti.
Ollantaytambo Sacred Valley yani Kutsal Vadi denen bölgede bulunuyor. Bu vadiyi otobüs camından ilk gördüğümde adının hakkını verdiğine kanaat getirdim. Dağların eteklerinde, yükseltilerin özenle çekiştirilmesiyle açılmış gibi duran düzlük alanda bulunan vadi binlerce yıl evvelki değerini bugün taşımıyor elbette lakin bence hala büyüleyici.
Ollantaytambo’da iner inmez koştura koştura ofise gittim. Önümdeki, işi bitmek bilmeyen elemanın arkasında sabırsızlıkla bekledim. Zira trenin kalkmasına on dakika falan vardı. En sonunda sıra bana geldi ve birkaç dakika içinde işlem tamamlandı. Koştura koştura trene gittiğimde korkunç bir sıra gördüm. Sırada beklerken önümdeki elemana biletimi gösterip doğru yerde olup olmadığımı sordum. Bana beklememe gerek olmadığını yan taraftan girebileceğimi söyledi. Allah razı olsun. Dediği gibi yapıp beklemeden istasyona geçtim. Gel gelelim bütün bu panik boşunaymış. Trenin kalkmasına sandığım gibi 10 dakika değil 45 dakika varmış. Hem maili okuma hem yanlış saate bak!

Cusco meydanı...
Aguas Calientes
Bir saat kadar süren yolculuk aslında benzersiz manzaralar eşliğinde gerçekleşiyor. Bu yüzden pencereler falan epey büyük. Lakin benim gibi akşam yolculuğu yapacak olursanız bu manzaraları ıskalarsınız.
Aguas Calientes’te bizleri kuvvetli bir yağmur karşıladı. Labirenti andıran şehrin dar sokaklarından hızlı hızlı geçerek hostele vardım. Hostelworld sayfasında “kapsül yatak” ibaresi bulunan hostelin yönetimi belli ki yatak ile oda kelimelerini karıştırmış. Mekan daha çok kapsül odayı andırmaktaydı. Üç tane yatak küçük bir odaya sıkıştırılmış haldeydi. Sıcak su kafasına göre geliyordu. Neyse ki bir gece kalacaktım. Fazla kafaya takmadım.
Yağmur iyiden iyiye tufan kıvamına gelirken ben de oda arkadaşlarımla sosyalleşmekteydim. Biri Almandı. Resepsiyonda benden hemen önce giriş yapmıştı, bu yüzden odaya arka arkaya geldik. Tanışmak üzere ismimi sorduğumda adımı söyledim ve direkt olarak Türk olup olmadığımı sordu. Şaşırdım haliyle. Alman olduğundan pek çok Türk arkadaşı varmış. Aşinalık oradan geliyormuş. Diğer eleman ise A.B.D.’de yaşayan bir Hintliydi. Mevzu konuştuğumuz dillere geldiğinde Litvanyaca öğrendiğini söyledi. Litvanyaca! Arkadaşın Litvanyalı bir manitası varmış ve sırf onla daha rahat iletişim kurabilmek için kızın dilini öğrenmeye başlamış. Ve bu dil Litvanyaca. Herkese böyle bir partner lazım.
Kıtada gördüğümüz ve göreceğimiz yerlerden konuşup birbirimize tüyolar verdik. Aguas Calientes’teki her turist gibi amacımız Macchu Picchu’yu görmek olduğundan biraz orası hakkında konuştuk.
Sabah hostelden ayrılıp beş dakika kadar bir yürüyüşle servislerin kalktığı yere vardım. Yaklaşık 20 dakikada bir kalkan shuttle servislere internetten bilet alınabileceği gibi duraktan da bilet alınabiliyor. Ben ilk minibüse atladım. Karadeniz’in yayla yollarını aratmayan daracık yılankavi yollardan geçip 25-30 dakika içerisinde Macchu Picchu’nun kapısına vardık. Biletimin saati gelmediğinden kapı önünde yarım saat kadar bekledim. Neyse ki akşamki yağmur dinmişti. Hava kapalı olsa da serin değildi.

Ve Macchu Picchu (MP). Sadece Peru’nun değil, sadece kıtanın değil, tüm dünyanın en popüler ve en nadide destinasyonlarından biri. Gezginler dünyasındaki hac noktalarından biri, belki de birincisi. İnka medeniyetinin sırları hala tam olarak çözülememiş benzersiz yurdu…
Sert gireceğim. MP’ye gidecekseniz hayal kırıklığına hazır olun. Tek derdi en doğru açı ve ışığı yakalamak olan fotoğraf müptezeli turistler, kişi başına düşen üç adet rehberin her köşe başında yarattığı kalabalık ve sanırım türlü görsel mecrada görmenin getirdiği alışkanlığın doğurduğu sıradanlık. MP bana şunu öğretti; sırf farklı yerler, bilinmeyen yerler bulabilmek için tuhaf tuhaf bölgelere girip çıkan marjinal seyyahlar belki o kadar da marjinal değildirler. Çünkü dünyadaki her yeri ve her şeyi televizyonda, bilgisayarda, telefonda ve hatta kitaplarda sayısız defa gördük. İnsan bir noktadan sonra kendi gözleriyle görmenin farkına varamıyor. MP gibi bir yer bile sıradanlaşıyor. Büyüsünü yitiriyor. Belki de bu farkındalık yüzünden insan bir süre sonra daha uçuk deneyimlerin peşine düşüyor.

Dönüş yolunda, zamanımın da bolluğuna güvenerek servise binmeyip yürümeye karar verdim. Kıvrımlı yolları kesen merdivenlerden ağır ağır indim. Bu yolu takip ederek yukarı çıkmak da mümkün ancak pek tavsiye etmem.
Sarp dağlar ve onların arasından akan nehirler tarafından çevrelenen Aguas Calientes sırf MP’yi ziyaret edecek turistler için bir üs olsun diye kurulmuş sanki. Zira başka bir işlevi yok. Pek de ufak tefek. Yine de sevimli buldum. Özgün bir coğrafya olduğu su götürmez.
Birkaç saat oyalanıp tren garına gittim. Bir başka akşam treni ve ardından otobüsle Cusco’ya döndüm. 23:00 sonrası check-in almayan hostele ucu ucuna yetişip geceyi aynı yerde geçirdim. Ertesi sabah erken saatte çıkıp otogara yürüdüm.
Puno
Öğleden sonraya doğru Puno otogarındaydım. Bu şehre uğramamamın iki nedeni vardı. Birincisi dünyanın en yüksek rakımlı gölü olan Titicaca Gölü’nü görmekti. Diğer neden ise doğrudan La Paz’a geçmek yerine bir ara durak ekleyerek yolu kısaltmaktı.

Puno’da rakım beni güzel bir çarptı. Cusco da yüksek bir şehir olmasına rağmen Puno’ya kadar yükseklikten etkilenmemiştim. Ancak Puno’da nefes almakta zorlanmaya başladım. Başımda hafif bir ağrı kendini hissettirdi. Üzerime halsizlik, bitkinlik çöktü. Burası ortalama olarak 3.828 metre yüksekliğe sahipti ve La Paz’ı bile geçiyordu. Ben darbeyi orada beklerken Puno’da enselenmiştim.
Hal böyle olunca Puno’da kendimi yormadım. Göl kıyısında yürüyüş yapıp çarşı içerisinden geçerek merkeze ulaştım. İşin aslı burada görecek pek de bir şey yoktu. Hostel de yoktu. Bu yüzden ucuz yollu bir otel bulup karnımı doyurduktan sonra akşam olmadan otele geçtim. Aptal gibiydim. Başımın ağrısı da şiddetlenmişti. Ağrı kesicilerle ayakta durmaya çalıştım. Televizyonda rastladığım İspanyolca dublajlı Öyle Bir Geçer Zaman Ki bile keyfimi yerine getiremedi. İşin kötüsü Huacachina’daki vicdansız sineklerin bacaklarımda bıraktığı izler de iyiden iyiye kabarmıştı. Bulguları bir araya getirdiğimde sinekler yüzünden hastalık falan kapmış olma ihtimali beni biraz gerdi. Neyse ki yorgunluk baskın geldi de çok geçmeden uykuya daldım.
Sabah 05:00 gibi otelden ayrıldım. Otogara olan yürüyüş beni endişelendirmişti. Hava karanlık olacaktı, ortalık tenha olacaktı falan. Sabah uyandığımda bir baktım güneş doğmuş bile. Bu sayede rahat rahat otogara gittim. Otobüsüme atlayıp Peru’yu ardımda bıraktım.
.jpeg)
Bir çeşit doğu batı füzyonu...
La Paz
1 saat kadar sürüp iki Çinli turist dışında hepimiz için sorunsuz geçen kontrolün ardından Bolivya’ya giriş yaptık. Uzun süre Titicaca dolaylarında seyredip La Paz’ın keşmekeş haldeki otogarına vardık.
Otogarda oturacak bir yer bulup beklemeye koyuldum. Kendimi toplamıştım ama nefes almak hala kolay değildi. Yükseklik 4.000 metre civarındaydı. Benim gibi 0 rakıma alışkın biri için hiç de kolay değildi.
Beklerken iki genç yanıma yaklaşıp Bolivya turizmi ile alakalı kısa bir anket yapmak istediler. Ben de kabul ettim. Birkaç soru sordular ben de yanıt verdim. Teşekkür babında bana bir tişört hediye edip beraber fotoğraf çekildik. Bolivya Turizm Bakanlığı’nın sosyal medya hesaplarında bana rastlarsanız şaşırmayın.
Akşama doğru otogarın hemen karşısındaki acenteye gittim. Başta planlarımda yer almayan Bolivya’yı sırf Salar de Uyuni için programıma eklemiştim. Biraz araştırdığımda Salar de Uyuni için en kolay yolun tur satın almak olduğuna karar verip bir paket satın almıştım. O gece La Paz’dan kalkan jilet gibi bir otobüsle Uyuni şehrine hareket ettik.

İşte La Paz böyle bir şehir...
Uyuni
Sabah saatlerinde Uyuni’ye vardık. İnip firmanın ofisinde beklemeye koyulmuştuk ki birilerinin adımı seslendiğini duydum. Aynı otobüste geldiğimiz bir çiftle birlikte beni arabaya bindirip bir kafeye getirdiler.
Şimdi buradaki sistem biraz garip. La Paz’dan Salar de Uyuni’e kadar insanları devamlı olarak bir araya getirip dağıtıyorlar. Kafede ayrı bir turist güruhunun içindeydim. Önce Fransız bir çiftle lafladım. Telaffuzumu Polonyalılara benzetip beni Polonyalı sandılar. İngilizceyi Polonyalılar gibi konuşuyormuşum. Sonra beraber geldiğimiz çiftle sohbet ettik. Çocuk Alman, kız da Rus vatandaşıydı. Pek güler yüzlüydüler.
Sonra bir kez daha dağıtıldık. Devamlı olarak insanlar gruplar halinde ayrılıyorken bir kadın da beni tek başıma kafeden alıp başka bir ofise götürdü. Orada beklerken iki kadın daha geldi. Onlar da Almandı. En azından Almanca konuştuklarından ben öyle sanmıştım. Çıkmaya yakın çalışan kadın isimlerini söylediğinde kadının adının Emel olduğunu öğrendim. Meğer biri Türkmüş. Hemen atladım. “İsminiz Emel mi?” diye sordum. Onaylayınca “Ailenizde Türk var mı?” dedim. Meğer kadın normal Türkmüş zaten. Bir süredir Almanya’da yaşasa ve aksanı biraz bozulmuş olsa da ana baba Türkmüş. Kısa bir gülüşüp hal hatır sorduk. Sonra onlar ayrı bir araca ben ayrı bir araca geçtim. Geniş bir 4*4 araçta yine Almanca konuşan bir karı koca, dünyayı gezdiğini iddia eden ancak beni pek inandıramayan pek süslü bir İranlı kız ve İngiliz bir sugar daddy ile manitası vardı. Tabi bir de rehber. Kadromuz bu şekildeydi.

İlk durak Tren Mezarlığı oldu. Yıllar önce büyük bir hevesle inşa edilen ancak uzun ömürlü olamayan demir yolunun ve birkaç parça işlevsiz lokomotif ile vagonun cesetleri burada bulunuyor. Bolivya bunlardan turistik amaçlı faydalanmayı becermiş en azından.
Sıradaki durak tuz oteldi. Burası aslında bir otel değil. O şekil kullanılmıyor en azından. Artık turların mola yeri olmuş. Tüm yapı masasından sandalyesine tuzdan yapılmış. Rehberimizin getirdiği yemeklerle öğle yemeğimizi yerken tuzsuz bulduğum tavuğu masanın köşesinden tırnağımla kanırttığım topaklarla tuzladım.
Yemekten sonra uzun süre arabayla seyrettik. En sonunda stop ettiğimizde epik bir yerdeydik. Dört bir yanımızda ufka kadar süregiden bembeyaz düzlükler uzanmaktaydı. İnsanın başını döndüren bir coğrafyaydı burası. Ancak sinema perdesinde görmeyi bekleyebileceğimiz türde bir yerdi. Aynı zamanda zorluydu da. Ofisteki bayanın uyarısıyla sudan ucuza aldığım güneş gözlüğü önemli hizmetlerde bulundu. Bunca beyazlığın ortasında çıplak gözle durmak gerçekten de akıl kârı değil.
Belki sosyal medyada görmüşsünüzdür. Salar de Uyuni’ye gelen turistlerin gözde aktivitesi oyuncak dinozorlar, bardaklar, şişeler vb. kullanılarak çekilen fotoğraflar. Geniş düzlük sayesinde bu objeleri yakından çekerek büyükmüş gibi göstererek eğlenceli kareler yakalanabiliyor. Durduğumuz alanda rehberimiz beraberinde getirdiği bazı eşyaları çıkararak sıra sıra hepimizin fotoğraflarını çekti. Bu çekimler esnasında İranlı kızla partner olmak durumunda kaldım.
Çekim sırası İngiliz çiftteyken Alman ekibin erkeği bana nereli olduğumu sordu. Türk olduğumu söylediğimde ikisi de pek şaşırdı. Meğer kadın da Türkmüş. Üç dört saattir aynı arabada, yan yana yolculuk eden birbirinden habersiz iki Türk olarak halimize epey güldük. O andan itibaren ayrılmaz bir üçlü olduk. Hanımefendi İsviçreli eşi ile beraber Zürih’te yaşıyormuş. Zaman zaman seyahatlere çıkıyorken bu kez Güney Amerika ile Meksika’ya kırmışlar rotayı. Bir Türk ile karşılaşmış olmaları onları epey şaşırttı çünkü pek çok milletten turist ile karşılaşmalarına rağmen denk geldikleri ilk Türk bendim. Ben de benzer durumdayken aynı gün içerisinde iki Türk ile karşılaşmıştım.

Bir Uyuni klasiği...
Hal böyle olunca turun kalanı da daha keyifli geçti. Hem gezip gördüklerimiz, hem de memleket hakkında çok şey konuştuk. Bir sonraki durağımız olan Isla Incahuasi’yi birlikte turladık. Burası çölün göbeğinde, uzun boylu kaktüs ağaçlarıyla dolu bir tepe. Tepenin üst kesimlerinden manzarayı seyretmek muazzamdı.
Dönüş yolunda son bir kez daha durakladık. Buradaki minik havuzlardan rehberimiz bizim için kristalleşen tuz öbekleri çıkararak bize enfes hatıralar kazandırdı. Son olarak da bize çeşit çeşit hareketler gösterip biz sırayla bunları yaparken araçla çevremizde dönerek videomuzu çekti. İranlı arkadaşın telefonuyla çekilen videoları ondan istemeyi unuttum. Çok da önemli değildi açıkçası.
Salar de Uyuni tekil olarak Güney Amerika’da beni en çok etkileyen yer oldu. İyi ki Bolivya’yı rotaya ekleyip bu eşsiz yeri görme imkanı yakalamaşım. Güney Amerika’nın nispeten göz ardı edilen ülkelerinden olan Bolivya aslında ne denli bir cevher barındırıyor bağırında…
La Paz’a gidecek otobüse bindiğimde aklımda bir fikir belirdi. Otobüs yolculuğu sonrası Bolivya’da bir günüm daha olacaktı ve o tek günü başkentte geçirme düşüncesindeydim. Gel gelelim La Paz’da vakit geçirmeye çok gönülsüzdüm. Şehir hakkında tek bir pozitif yorum işitmemiştim ve kendi araştırmalarım da paralel bir sonuca işaret ediyordu. Tamamen program dışı bir atılım yapıp muavine beni Oruro’da bırakıp bırakamayacaklarını sordum. Cevap olumluydu zira Oruro şehri tam da La Paz yolu üzerinde kalıyordu.

Oruro
Kaptan şehir merkezine girmeye üşenince beni otogarda indirdiler. Hatta önce benim için bir taksi buldular. Taksiciye, ayarladığım otelin adını verip fiyat dahi aldılar. Gecenin bir yarısında beni bu zahmetten kurtardılar.
Otele gittiğimde saat 02:00 civarıydı. Pestilim çıktığından hemen bir duş alıp yatağa attım kendimi. Ertesi sabah vaktim olduğu kadar uyuyup otelin kahvaltısını dahi pas geçtim. Çantamı otele emanet edip şehir turuma başladım.
İşin doğrusu Oruro’da görülecek pek bir şey yok. Burası zaten turistik bir yer değil. Adını dahi önceki gece duymuştum. Buna rağmen öyle küçük bir şehir de değil. Sanırım büyüklük açısından üçüncü sırada. Neyse. En önemli yeri Hz. Meryem’in apartman boyutundaki heykelinin yer aldığı tepesi. Burada hem bu heykeli görebiliyor hem de net bir Oruro manzarasına şahitlik edebiliyorsunuz. Bunun dışında anlatacak çok bir şey yok. Tamamen kadınların çalıştığı sokaktaki satıcılardan birinden lama etinden yapılmış sosisler ve sebzelerle hazırlanan sandviçlerle karnımı doyurdum. Şehir merkezini turlayıp şehrin kilisesini ve pazarını gördüm.

Ica sineklerinin izleri uzun süre silinmedi...
Akşamüzeri kalkan bir otobüsle La Paz’a geçtim. Havaalanına en yakın yerde inip yarım saat kadar yürüyerek havaalanına ulaştım. La Paz’ı pas geçtiğim için pişman değilim. Şehre dair yegane anım Peru’dan gelirken şahit olduğum şehir manzarasıydı. Bu manzara bana yetti de arttı. Tepeler üzerine kurulu La Paz tıpkı Valparaiso gibi adeta dalgalanan bir şehir. Aynı zamanda o tipik Güney Amerika siluetinin de hayat bulduğu yer; kilometreler boyu uzanan bitişik nizam binalar, binalar…
Bogota
Birkaç günlük yoğun bir tempoya start vermiştim. Bogota bu temponun ilk durağıydı. Uzun mu uzun pasaport sırasından geçip vakit kaybetmeden şehir merkezine gittim. Akşam başka bir uçakla Ekvador’a geçecektim. Kaybedecek zaman yoktu.
Bogota bir başkent olduğunu hemen belli ediyor. Yolları, sokakları, insanları ile büyük bir şehir olduğunu her adımda ilan ediyor adeta. Sırtını dağlara vermiş bu şehir nesi ile meşhur diye soracak olursanız herhalde “parkları” cevabını verirdim. Bogota’da adım başı bir park bulmak mümkün. Üstelik bunlar epey büyük ve tertipli parklar. İçlerinden birinde lise öğrencisi olduğunu düşündüğüm bir topluluğun geçit törenine rastladım. Bir diğerinde ise sahne üzerinde ara ara şarkı söyleyen, ara ara komiklikler yapan ekibin gösterisine denk geldim. Sunucu ablanın baş döndürücü güzelliği hatırına on beş dakika kadar gösteriyi izledim.
Altın Müzesi özellikle Kolomb öncesi eserleri barındırması bakımından ilgimi çekti. Bilet alıp girdim. O kadar büyüktü ki neredeyse bir buçuk saat kadar içeride kaldım. Burada eski toplulukların eserleri, adetleri vb. pek çok bilgiye ulaşmak mümkün. Bogota’da görülesi yerlerden. Bir diğer görülesi yer de şehrin sırtını verdiği Monserrate’ye çıkıp şehir manzarasını görmek. Zaman sınırım sebebiyle ben es geçmek zorunda kaldım.
Şehrin en cafcaflı yeri olan Bolivar Meydanı’na doğru uzun bir yürüyüş yolunu takip ettim. Bu yol boyunca iki taraflı sayısız tezgahlar uzanmaktaydı. Bu tezgahlarda yiyecekler, içecekler, hediyelikler, elbiseler, plaklar vb. envai türden şey satılmaktaydı. Nihayetinde meydana yaklaştığımda bir de ne göreyim. Meydanı kapatmışlar. Koca meydanı kapatmışlar. Girişlerden birinde uzun bir sıra görüp ben de o sıraya dahil oldum. Hem sıra bekleyen insanların varlığı hem de tam anlayamasam da elindeki megafonla durmadan duyuru geçen görevli yüzünden meydanın açılmak üzere olduğu çıkarımında bulunup bastıran yağmura rağmen beklemeye başladım. Yarım saat kadar bekledikten sonra ufak ufak bizi içeri almaya başladılar. Lakin yine meydana ulaşamadım. Kuyruğu bir kez daha durdurup tuhaf dans gösterileri falan başlattılar. Tüm bunlar yaklaşan Noel sebebiyleydi ama bu yüzden koca meydanı kapatmaya neden gerek duymuşlardı ki? Baktım olmuyo patlattım bir rage quit. Dedim başlarım sizin meydanınıza da Noel’inize de. Çıktım sıradan.

Bogota ile yıldızımız barışmadı...
Bogota’ya ayar olmuştum. Bir de üzerine dönüş yolunda karşılaştığım manzaralar eklendi. Şehrin en yoğun caddesini adeta bok götürüyordu. Çöpler, yerlerde uyuklayanlar, kaotik bir kalabalık, trafik derken şehrin çehresi bir anda değişti. Tek katlı, otogardan bozma bir alanın içine sıkıştırılmış onlarca ranza ve bunların bir kısmında yatmakta olan bitik tipler ile mekan önünde yapılan pazarlıklar yeni soru işaretleri doğurdu. Gündüz gözüyle sıkıntı olmasa da gece vakti bu dolaylarda kesinlikle yürünmemeli.
Daha fazla uzatmayacağım. Bogota’dan hiç hoşnut kalmadım. Yeterince yara berem yokmuş gibi bir de dudağımda yaralar çıktı. Tuhaftır, Bogota hem gördüklerim hem de göremediklerim bakımından beni hayal kırıklığına uğrattı. Bu bakımdan ilk şehir olduğunu söyleyebilirim.
Quito
Bogota’da favori NFL takımım olan Miami Dolphins kaplamalı bir uçağa denk geldim. Uçakta denyonun teki koltuk üstü bagaj bölümünün kapağını kırdı. O kadar kurcaladı, çantasını sokuşturmak için o kadar didindi ki kapak elinde kaldı. Cılız mılız diye olsa gerek kimse de bir şey demedi. Biz olsak “vay hayvana bak” derlerdi.
Ekvador’un başkenti olan Quito’ya indiğimde saat gece yarısıydı. Gözümü karartıp tek bir gece, hatta yarım gece için kalacak bir yer bakınmayıp pek de büyük sayılmayacak havaalanında yatacak bir yer aramaya koyuldum. Düzgün yerler hep kapılmış olduğundan giriş kapısı ile Galapagos acentesinin arasında bir köşeye yerleştim. Havluyu serip üzerine uzandım. Sabah olup da zorla uyandırılana kadar güzel bir uyku çektim.
Quito’da asıl hedefim belliydi; Mitad del Mundo, yani dünyanın ortası, yani Ekvador’un geçtiği yer. Hangisi hangisine ismini vermiş bilmiyorum ama Ekvador dünyayı ortadan ayıran hayali çizgi Ekvador’un geçtiği yerlerden birisi. Buna rağmen dünyanın tam ortası olarak kabul ediliyor. Öğrendiğime göre bunun sebebi Ekvador’un geçtiği diğer ülkelere nazaran Ekvador’un daha yüksek olmasıymış.
Önce havaalanından merkeze, ardından iki otobüsle hedefime vardım. Büyük bir park haline getirilmiş Mitad del Mundo’da restoranlar, kafeler, müzeler, mağazalar falan da var. Elbette ana aktör Ekvador’un sıfır noktasını işaret eden büyük anıt. Burada boylu boyunca uzanan sarı bir çizgi mevcut ki neyi ifade ettiğini anlamışsınızdır. Haliyle anıtın da bir tarafı kuzey iken diğer tarafı güney oluyor. Bu sarı çizgi üzerinde fotoğraflar çekmek uzun zamandır hayalimdi.

Küfür etmek bazen yeni kapılar açabilir. Küfür, insanlar arasında köprüler kurabilir. Ekvador’da da başıma gelen buydu işte. Efendi gibi fotoğrafımı çekmek için bekliyordum ki sırf kalabalık bir grubun kadrajına girmemek adına nezaket gereği kenarda duruyordum. Ama elemanların işi bitmek bilmedi. Ben de okkalı bir sövgü savurup açılarını gasp etmiştim ki yakınlardaki bir başka eleman sırıtarak “küfretme” diye yanıma sokuldu. Kapsamlı bir Güney Amerika gezisinde olan bu gizemli adam demesine göre Rumenmiş. Türkçeyi dizilerden öğrenip bir müddet de Türkiye’de kalmış. Ayaküstü biraz lafladık. Bana yakındaki bir müzeyi ve benim de kulağıma çalınmış olan “gerçek Ekvador’u” görmemi tembihledi. Nihayetinde Instagram üzerinden ekleştik. Bir de baktım ki adamın adı İsmail Engin. Konuşma arasında bazı kızlı erkekli fotoğrafları Romanya’da sıkıntı yaratabileceği için paylaşmadığını da söylemişti. Var bu işte bir bit yeniği ama hayırlısı…
Anıt çevresindeki işimi bitirip şu gerçek Ekvador’a gittim. Burası bir tür açık hava müzesi görünümünde. Katıldığınız tur ilk önce ülke ile alakalı genel bilgiler verip flora ve faunadan örnekler sunuyor. Ardından gerçek çizginin ufak bir yanlışlık sonucu başta hatalı hesaplandığından söz ediliyor. En nihayetinde asıl çizginin geçtiği yere götürüldük. Ardından rehberimiz birkaç ufak deney ile resmen aklımızı aldı.
İlk olarak gönüllü katılımcılar arasında bir yarışma tertiplendi. Tam Ekvador üzerinde bulunan bir platformda birer yumurta dik olarak konumlandırılmaya çalışıldı. Başarılı olanlara tur bitiminde sertifika dağıtıldı. Ardından rehberimiz tam çizgi üzerindeki portatif lavaboya bir kova su boşalttı. Boşalan su ortadaki delikten olduğu gibi akıp gitti. Ardından lavabo, çizginin dört beş metre kuzeyine ve güneyine çekildi. Prosedür tekrarlandı ve su her iki tarafta da farklı yönlerde dönen girdaplar halinde akarak döküldü. Rehber bu yönlerin neden oluştuğunu falan da açıkladı ama o kadarı bende kalmadı. Zaten gerek de yok. Gördüklerim resmen aklımı başımdan aldı. Sadece metreler içerisinde gözle görülebilen bu denli farklılıkların meydana gelmesi inanılır gibi değil. Hayranlık uyandırıcı.

Hakiki Ekvador...
Ekvador ile işim mecburen bitmişti. Niyetim şehir merkezini de ziyaret etmekti ama ne yazık ki yalan oldu. Şehir merkezi ile Mitad şehrin tam aksi istikametlerinde kalıyorlar ve mesafe hiç de az değil. Kaçırılmaması gereken bir uçak da olduğundan riske giremedim ve Quito merkezine ne yazık ki gidemedim. Sağlık olsun.
Cartagena
Ve tekrar Kolombiya. Ekvador’u ekonomik sebeplerden ötürü Kolombiya arasına sıkıştırmak durumunda kalmıştım. Ülkedeki ikinci durağım çok büyük beklentiler içerisinde olduğum Cartagena olacaktı. Şehrin tarihi, mimarisi ve Marquez’i bende büyük heyecan uyandırıyordu.
Cartagena uçuşum Medellin üzerinden aktarmalı olacaktı. Quito’da sıra beklerken düşük çenesiyle dikkatimi çeken Batılı bir tip ve kız arkadaşı ile Medellin’de yollarımız kesişti. Onlar da benim gibi Cartagena yolcusuydular. Bu yüzden Medellin’de birlikte hareket ettik. Pasaport kontrolünden sorunsuz geçerken bunlar ayrı bir bölüme alındılar. Meğer Kolombiya, Kanadalı her bir turistten 80 Dolar bedel alıyormuş. Bu esnada ben yoluma devam etmeyip onları bekleyerek büyüklüğümü gösterdim.
Steven ve Olympia ile kapıya kadar beraber gidip bir şeyler içtik. Steven alışveriş sırasında tanıştığı bambaşka elemanlarla derin bir sohbete koyulurken ben Olympia ile lafladım. Meğer aslen Ukraynalıymış. Hal böyle olunca biraz Ukrayna’dan, biraz Güney Amerika’dan falan konuştuk. Uçaktan inince de yine birlikte hareket ederiz diye düşünüyordum ki beni beklemeden uzadılar. Onları en son havaalanı çıkışında taksicinin tekiyle pazarlık yaparken gördüm.
Tabi ben yine taksiye vereceğim üç beş kuruşun derdine düşüp tabanları yağladım. Cartagena’nın korkunç sıcağı yüz metrede beni nakavt etti. Şehrin nemi bana Bangkok’u anımsattı. Burası da az çok benzer enlemlerde bulunan Bangkok gibi bunaltıcı bir sıcağa sahipti.
Sıcağı geçtim, bana geri vites yaptıran şehrin tekinsiz hali tavrı oldu. Gece karanlığında ortalık gözüme pek tekinsiz göründü. Ben de inat etmeyip Uber çağırdım. Airbnb üzerinden ayarladığım eve ulaşıp 33. kattaki daireme çıktım. Öylesine yorulmuştum ki iki gün rahat etmek için paraya kıymıştım. Neyse ki dairem jilet gibi çıktı. Param boşa gitmedi.
Bütün kıtayı eldeki şarj aletiyle geçip sona kadar gelmişken Cartagena bana şarj aleti aldırdı. Sabah çıkıp şarj aleti bakındım ki şehrin tehditkar yüzü ile bir daha karşılaştım. Güç bela bir yerden satın alıp cihazları şarj ettim. Pastırma gibi terlemiş ve hayal kırıklığına uğramış vaziyette şehri görmeye çıktım. Uzun bir sahil şeridini takip ederek merkeze ulaştım. Cartagena’nın duvarlarla çevrili tarihi bölümüne vardığımda bir nebze de olsa şehre kanım kaynadı.

Marquez'in yalnızlığı devam ediyor...
Hemen girişteki Denizcilik Müzesi’ne girdim. Hayallerim çok daha başkaydı ama müze yine de çok üzmedi beni. Sonrasında kendimi şehrin sokaklarına attım. Kolonyal mimarisi ve rengarenk binalarıyla Cartagena aslında çok güzel bir şehir. Gel gelelim şehrin insanları ziyaretçileri bu güzellikten mahrum bırakmak için yeminler etmiş. Şöyle bir durup etrafa bakma şansınız yok. Bir tanesi “Gözlük ister misin?” diye yanaşıyor. Oradan taksici kornasıyla tacizde bulunuyor. Kızlar “masaj” diye bağırıyor. Bir diğer Tayland referansı. Kafelerin, lokantaların her birinin önünde ikişer tane hanutçu. Sokak müzisyeni kisvesi altındaki yapışkan tipler peşinize takılıyor. Cartagenalılar Cartagena’ya ihanet ediyor. Cartagena’dan insanları çıkarsanız burası efsane bir yer olur.
Mümkün olduğunca Cartagena’yı gezip eve dönmeye kalkınca bardaktan boşanırcasına yağan yağmura yakalandım. Eve gidene kadar sağlam ıslandım. Cartagena’nın yarattığı tahribatı göz önüne alarak şehirdeki ikinci günümü off day ilan ettim. Evden çıkmadım.
Panama City
Artık geldik son durağa. Havaalanında kısa bir yer yön krizi yaşadıktan sonra taksiyle şehir merkezine geçtim. Salaş balıkçıların sıralandığı yerde inip hostele yürüdüm. Eşyalarımı bırakıp hostelin yakınındaki restorana gittim. Sade waffle üzeri akçaağaç şuruplu kızarmış tavuk ile karnımı güzelce doyurdum. Sonrasında şehrin sahil şeridi boyunca uzun bir yürüyüş yaptım.
Bazen Couchsurfing’i kullanan tek straight erkeğin kendim olduğum düşüncesine kapılıyorum. Uygulamayı gay Tinder’ina çeviren sayısız üyenin çoğu aklı başında tipler olsa da arada aymazlar çıkmıyor değil. Panama’ya gelmeden evvel CS üzerinden anlaştığım ev sahibim ne yazık ki aklı başında olmayan azınlıktandı. Kendisinden konum atmasını istediğimde “nerelisin, ne yapıyorsun” minvalinde muhabbet açtı. Sonra ne yazdı dersiniz, Türk erkeklerinin hepsi sünnet oluyormuş, işte söylediği buydu. Ben geçiştirme gayretindeyken o inatla sünnetten falan bahsetmeye devam etti. Ben de en sonunda lavuğa yol verip engeli bastım.
Şimdi ben bunu neden anlattım? Benzer bir arsız ile sahilde de karşılaşmış olmamdan dolayı Panamalı erkekleri fişlemek, yaftalamak derdindeyim. Kendi halimde yürürken herifin teki bana “Bu yolun adı ne?” diyerekten laf attı. Geçiştirme, uzama gayretindeydim ama herif beni bırakmıyordu. Sonunda dayanamamış olsa gerek “şu köşede hamam var” falan demeye başladı. Resmen beni hamama davet etti. Koşar adım uzaklaşırken arkamdan “Türkiye’de çok gay var mı?” diye bağırdığını duydum.

İşte tam burada tacize uğradım...
Ertesi gün Panama Kanalı’nı görme umuduyla uzun bir yürüyüşe koyuldum. Şehrin ortasından geçen Panamerikan Yolu’nu da geçip el yordamıyla kanalı aradım. Lakin kanal öyle turistlerin ziyaret edebileceği bir konumda değil. Öyleyse de ben keşfedemedim. Şöyle uzaktan, çitlerin, ağaçların arasından gördüğüm bir imge ile yetindim.
Oldukça uzun bir turun son durağı olarak Panama’nın tarihi merkezinde dolandım. Buradaki sokaklar, binalar, meydanlar oldukça hoşuma gitti. Etraf hakiki Latin Amerika imgeleriyle doluydu. Tüm bu yürüyüşler beni sırılsıklam terletmişti. Panama City’nin Cartagena’dan aşağı kalır tarafı yoktu. Bu yüzden çantamı almak için hostele döndüğümde kaçak olarak duş almak mecburiyetinde kaldım.
Ve artık havaalanındaydım. Yolun sonuydu artık. Çantamı teslim edip beklemeye koyulmuştum ki beni bekleyen yolculuğun gerilimini yaşıyordum. Son bir ay içerisinde dünya genelinde yaşanan sayısız uçak kazasına THY’nin Seattle uçağında yaşanan radar arızası da eklenince ben bir “noluyoruz” moduna girmiştim. Her ne hikmetse tüm bu aksaklıklar ben dönünce son buldu. Gel gelelim o zaman sıkıntıdaydım. Bu yüzden dönüş uçuşum pek iç açıcı geçmedi. 14 saatinin 8’i okyanus üzerinde geçen bir gece uçuşunda yer yer sarsıntılar yaşadık. Gözüme uyku girmedi. Sonuç olarak Güney Amerika’dan nur topu gibi bir uçak fobisiyle döndüm.
Bu arada uçaktaki fırlama host ağabeyden de kısa bir söz edeyim. Türk olduğumu görünce epey sıcak şekilde karşıladı beni. Kıyak olsun diye de içecek olarak koca bir şişe verdi. Eksik olmasın.
Kazası belasız uzun bir maceranın sonuna geldik. Kıtanın en güneyinden en kuzeyine uzanan upuzun bir yolculuk oldu. Yoruldum, yaralandım. Tek yanaklı öpüşme merasimi yüzünden hevesli göründüm. Kolombiya’dan nefret ettim, Arjantin’i pek sevdim. Brezilya ve Bolivya beni şaşırtan yerler oldu. Ushuaia, Huacachina ve Salar de Uyuni favorilerimdi.. On numara insanlarla tanıştım. Allah’a şükür başarısız bir cepçilik denemesi haricinde tatsız bir olay yaşamadım. Hem ekonomik tersoluktan hem çiçeği burnunda hava yolu travmalarımdan dolayı bir müddet yurt dışı defterini kapatacağım gibi görünüyor. Hayırlısı!