
26-) Kosova - Kuzey Makedonya

01.11.2024 - 04.11.2024
Sanıyorum eylül ayının son günleriydi. Mehmet’ten bir telefon geldi. Havadan sudan konuştuktan sonra ağzındaki baklayı çıkarıp ekim sonu gibi bir İran turu önerdi. Şuradan detaylarına erişebileceğiniz İran turumuzu zaten tam da bir yıl kadar önce yapmıştık. Bir kez daha İran’ı, bu kez görmediğimiz şehirlerini ziyaret etmek hoş fikir olsa da bunun için aradan bir müddet daha zaman geçmeliydi. Bu yüzden ben de ona karşı teklifler sundum. Birkaç gün içinde nihai rotamıza son halini verip babamı da peşimize takarak gün saymaya başladık.
Priştine’ye inip de damgalarımızı vurdurduğumuzda babamın ve benim pasaportundaki damgaların tarihlerinin hatalı olduğunu fark ettik. Olması gerekenden bir on beş gün kadar geçmiş tarihliydi. İleride soran olursa gösteririz, neredeyse bir ay Kosova’yı karış karış gezdik diye.

Ekip...
Yakova
Havaalanında, kiralık aracımızı alıp yola düştük. Evvela kısa bir Yakova ziyareti yapacaktık. Bu şehir hakkında fazla bir malumatımız yoktu. Sadece pozitif bir intiba bırakmıştı ve yolu fazla uzatmamız gerekmeyeceğinden listeye eklemekte karar kılmıştık.
Yakova aslında büyük bir şehir. Tatlı bir çarşısı var ancak bu çarşı biz oradayken boydan boya şantiye halindeydi. Kapsamlı bir bakım yahut renovasyon yapılıyordu. Bu yüzden gezip gördüğümüzden pek bir şey anlayamadık. Çarşıda bir iki git gel yapıp camiyi ve Bektaşi tekkesini ziyaret ettik. Açlığımızı bastırmak için az sayıdaki açık dükkandan birinde döner yiyip fazla uzatmadan Yakova ile vedalaştık.
Prizren
Prizren yolu bir nebze sancılı geçti. Bir nedenden yol kapanmıştı ve uzun süre beklemek zorunda kaldık. Yolcular bu arayı kestirerek geçirirken ekibin şoförü olarak benim ne yazık ki böyle bir lüksüm yoktu.
Akşama doğru Prizren’e vardık. Navigasyon bizi otelin yerine alelade bir otoparka çıkardı. Otoparkçı bize oteli tarif ederken navigasyonun bu otele gitmek isteyenleri devamlı aynı yere çıkardığından söz etti.
Otele eşyalarımızı bırakıp dışarı çıktık. Nehir kenarından çarşıya kadar yürüdük. Prizren gerçekten de hatırladığım kadar güzeldi. Herkes seyahat etmek için güneşli günleri tercih eder ama bazı şehirler soğukta güzeldir. Hatta kar altında. Prizren de o şehirlerden bence. Kar altında çok daha güzel, kış aylarında çok daha güzel.
Nehrin yukarısına doğru küçük bir bozacı dükkanı bulunur. Burada oturup birer boza içtik. Oradaki muhabbette bize yemek için Reçan’ı önerdiler. Aynı öneriyi babamın Kosova’daki ahbabından da işitmiştik. Reçan bir nevi Prizren’in sayfiye yeri. Yaklaşık otuz kilometre kadar yol giderek karanlık dağ yollarından geçip buraya varıyorsunuz. Biz akşam vakti gittiğimizden pek bir şey anlamadık ama buradaki pek çok restoran arasından bir tanesini seçebildik. Telif davalarından sakınmak için olsa gerek mekanın adını "Malboro" olarak yazsalar da logo, renk gibi tercihleriyle insanın aklına doğrudan sigara paketlerini getiren bu tuhaf mekanda bölgenin ünlü yemeklerinden skenderbeu sipariş ettik.

Bu yemek, sarılarak silindir biçimine getirilen tavuk etinin arasına peynir konulması ve bir bütün halinde panelenerek kızartılmasıyla yapılıyor. Bana sorarsanız epey vasat. Bir kere teknik olarak kusurlu. Pane, ete tutunamıyor ve dağılıyor. Haliyle eti ayrı, paneyi ayrı yiyor ya da ayrı lokmalar halinde ağzınızda bir araya getiriyorsunuz. Bunun yanı sıra lezzetinde de bir numara yok. Standart işte.
Reçan’dan tekrar Prizren’e döndüğümüzde bu kez çarşının ters istikametine doğru gidip Namazgah Cami’yi ziyaret ettik. Ardından tekrar çarşıya dönüp favori çaycımızda sıcak birer çay içtik. Patronların Türkçe konuştuğunu işittiğimizde pek tabi babam rahat duramayıp muhabbeti kurdu hemen. Standart hoş geldin, beş gittin, nerelisin, buralıyım faslından sonra bir de ne öğrenelim? Meğer biz goralıymışız. Yanlış okumadınız. Espri falan da yapmıyorum. Bildiğiniz goralıymışız. Bizim Makedonya’daki köyde yaşayanlara goralı denirmiş. Goralı da esasında yüksekte yaşayan kimseler için kullanılan genel bir isimmiş. Biz kendimizi Torbeş sanırdık. Şimdi Torbeş miyiz, goralı mıyız, ne olduğumuz belli değil. İşte Balkanlar böyledir. Kimin kim olduğu, ne olduğu belli değil buralarda!
Günü bitirmeden evvel favori tatlıcımıza da uğrayıp listeyi tamamladık. Ortaya karışık söylediğimiz tatlıların tadını çıkarırken çalışan çocuklara goralıları sorduk. Aynı bilgileri onlara da tekrarlattık.
Ertesi sabah çarşıdaki börekçiden böreklerimizi alıp yine aynı çaycıya giderek kahvaltımızı yaptık. Mehmet’e Prizren’i bir de gündüz vakti gösterip Prizren’i ardımızda bırakmak üzere gaz pedalına asıldık.

Yol üzerinde bize Prizren’de tavsiye edilen börekçiye rastladık. Haliyle hemen arabayı önüne çekip fliya yemek üzere içeri girdik. Arnavut böreği fliya, yapımı işkenceden hallice olan bir börek. Kat kat pişirildiğinden çok zahmetli ama artık bu şekilde yapan kalmış mıdır, şüpheliyim!
Priştine
Priştine daha önceki Balkan ziyaretlerimde göremediğim bir şehirdi. Hakkında duyduklarım hasebiyle pek istekli de değildim ki zaten yine görebilmiş olduğum söylenemez. Priştine ziyaretimizi tek bir durakla sınırlı tuttuk; I. Murat’ın türbesi.
Türbeyi içine alan geniş ve bakımlı avlunun içinde bir de küçük müze mevcut. Biz de hem bu müzeyi hem de türbeyi ziyaret ettik. I. Kosova Savaşı sonrası beklenmedik bir biçimde öldürülen Hüdavendigar’ın iç organları savaşın yapıldığı yere gömülmüş. Yani türbe I. Kosova Savaşı’nın cereyan ettiği alanda olduğu gibi sultanın sadece iç organlarını ihtiva ediyor.
Türbe ziyaretimizi noktalamaya hazırlanırken yaşlı başlı bir kadın yanımıza sokuldu. Kabul edilebilir bir Türkçe ile bizimle sohbet etti. Saniye teyze türbenin türbedarıymış. Zamanında ailesi Özbekistan’dan getirilip buraya türbedar yapılmış. Şimdi de görev sırası ona gelmiş. Onunla iki çift laflamak pek hoştu. Özellikle de Balkan topraklarındaki Türk kökenli yahut kendini hala daha Osmanlı hisseden insanlardan sıkça duyabileceğiniz bir cümlesi bizi çok etkiledi, “Ne zaman Türkiye güçlüdür, biz de burada güçlüyüz.” Bu lafı pek çok kişiden duyabilirsiniz. Balkan coğrafyasındaki insanların bizi ve ülkemizi hamileri olarak görmesi gururlandırıcı olduğu kadar insanda sorumluluk hissiyatı da doğurmuyor değil.
Türbedeki hikayemiz bu kadarla kalmadı. Müzede çalışan pek topluca eleman ile ayaküstü laflarken Türkiye’den gelen bir tur otobüsüne denk geldik. Turun rehberi de aramıza katılınca keyifli bir muhabbete tutuştuk. Goralı mevzusu tekrar cereyan etti. Onlar da aynı bilgileri tekrar ettiler. Dahası, bölge ile alakalı pek çok eğlenceli hikaye anlattılar. Bunlardan birini sizinle de paylaşayım.
Osmanlı zamanında Arnavutluk topraklarında görevli bir paşa Arnavut yardımcısını gıcık etmek için Türkçe bilmeyenlerin cennete giremeyeceklerini iddia eder. Kıvrak zekasıyla tanınan Arnavut hüngür hüngür ağlamaya başlar. Paşa Arnavut’un kendi haline acıdığını zanneder. Onu avutmak için üzülmemesini tembihleyip Türkçe öğrenmek için zamanı olduğunu söyler. Arnavut kendi için ağlamadığını söyler. Paşa öyleyse neden ağladığını sorduğunda Arnavut şu cevabı verir; “Kendim için ağlamıyorum paşam. Efendimiz Hz. Muhammed için ağlıyorum. O da Türkçe bilmezdi, demek o da cennete giremeyecek.”
Priştine seyahatimizi bu kadarla sınırlı tutup kiraladığımız aracı havaalanına teslim ettik. Taksiyle otogara geçip Üsküp’e giden bir minibüs yakaladık. Neyse ki Kosova çıkışında kimse bize “Bu kadar zamandır ne yaptınız Kosova’da?” diye sormadı.
Üsküp

1 numaralı Üsküp aktivitesi...
Üsküp’te daha önce de olduğu gibi Alüş abinin otelinde, Hotel de Koka’da kalacaktık. Sağ olsun bize jakuzisi olan geniş mi geniş bir oda ayarlamıştı. Odanın albenisine kanmadan çantalarımızı bırakıp dışarı çıktık. Üsküp’ü ilk kez bu kadar hareketli görüyordum. Hava mis gibiydi ve yanlışım yoksa hafta sonuna denk geliyordu. Belki de bunlar etkili olmuştur.
Evvela karınlarımızı doyurmamız icap edecekti. Eski favorimiz Destan’ı ıskartaya çıkarıp köftede Kosmos’u tercih eder olmuştuk. İyi ki de öyle yapmışız. Kosmos’un köftesi daha iyi olduğu gibi burası daha sempatik bir mekan. Daha old school ve köfte dışında menüde bir de kuru fasulye mevcut. Birer köfte, ortaya da fasulye söyledik. Güveçte gelen fasulye tam anlamıyla pamuk gibiydi. Köfte ise yediğim en iyi köftelerden biriydi. Belki de birincisiydi. E porsiyonlar da bol olunca tadına doyum olmuyor. Sipariş alırken sordukları biberler garnitür değil, ücreti mukabilinde bunu unutmayın. Birer tane söylemekten de geri durmayın. Tercihe göre acı ya da tatlı olarak getirdikleri biberler o biçim lezzetli.
Yemekten sonra elbette sıra tatlıda. Çarşının göbeğinde, gözden kaçmayacak bir köşebaşındaki Neco’da çeşit çeşit tatlılardan kafamıza göre kombinler yapıp mideleri iyiden iyiye bayram ettik.
Günün kalanını Üsküp’ün bilindik lokasyonlarını ziyaret ederek geçirdik. İskender heykeli, Rahibe Teresa’nın evi, Vardar Nehri falan derken akşamı ettik. Akşam yemeği için bir tur daha Kosmos, peşine bir tur daha Neco ve finalde ikişer bardak çaydan sonra babamı otele uğurladık. Düzgün bir mekan bulup bir şeyler içelim düşüncesiyle Üsküp’ün barlar sokağına yollandık. Rastgele bir mekan seçip girdik. Ortam sakindi. Gel gelelim dakikalar sonra farkına varacaktık ki Üsküp’ün yegane rock barına düşmüştük. Andropozdan mustarip ellili yaşların ortasındaki bir dizi adamdan mürekkep grup sahneye çıktığında işkence start aldı. Sahnenin dibine denk geldiğimiz için kulaklarımız zonklamaya başlarken, rockstar konseptiyle adeta alay eden kısa boylu, göbekli solistin performansı karşısında kahkahalarımızı zor tuttuk.
Uzun süre dayanamayıp bir başka mekana geçtik. Çok daha nezih ve kabul edilebilir olan bu ikinci durağımızda nispeten daha uzun vakit geçirdik. Üsküp gece hayatını yakından inceleyip otele geri döndük.
Sabah, otelin açık büfesinde kahvaltı ederken Alüş abi masamıza konuk olup bizimle kahvaltı etti. Hoşsohbet bir adam olan Alüş abi hem Makedonya’nın dönüşümü, hem de ülkenin politik tarihiyle alakalı ilgi çekici anekdotlar paylaştı.
.jpeg)
Kahvaltıdan sonra, önceki gece kapımıza kadar getirilen kiralık aracımızla yola koyulduk. İlk durağımız Matka Kanyonu oldu. Matka’nın doğal güzelliğinden çok, girişlerin beleş olması ilgimi çekti. Bizim memlekette on metrekarelik alelade parklara giriş bile ücretliyken gönlü bol Makedonlar ülkenin bir numaralı doğal güzelliğinden para almıyorlar.
Gostivar
Matka sonrası klasik rotamızı, bu sefer tersten tuttuk. İlk olarak Gostivar’a gittik. Şehir merkezinden önce Gostivar’a bağlı köylerden birine uğradık. Adını şu an hatırlayamadığım bu köy Trabzonlu köy olarak da biliniyor. Bütün köy koyu Trabzonspor taraftarı. Köyde Trabzonspor bayrakları, Türk isimli sokaklar ve bizim siyasi partilerin görsellerini görmek mümkün. Kahvede bir çay içelim dedik ama kahvenin içinde bir dakika dahi duramadım. Öyle bir sigara dumanı, öyle bir sigara kokusu var ki içeride beş dakika geçirmek 10-15 paket sigara içmeye eşdeğer. Diğerleri de dayanamamış olacak ki peşimden onlar da çıktılar.
Gostivar’da her zamanki tatlıcımızı pas geçip Korzo’ya gittik. Uzaktan hısım da çıktığımız Korzo’da güzel tatlılar yiyip bol bol muhabbet ettik. Sohbetin siyasete sapan bir noktasında dükkanın patronu bize şöyle söyledi, “Bütün dünya size karşıdır.”

Tetovo
Gostivar’da kısa bir yürüyüşün ardından sıra Tetovo’ya geldi. Alaca Cami ziyaretimizde camiden sorumlu olduğunu sandığımız yaşlı bir amcanın Türk olduğumuzu öğrendiğinde dudaklarından dökülen “Tayyip baba” sözleri babamı mest etti.
Tetovo’nun ünlü Harabati Baba Tekkesi’ne uğradığımızda tekkenin şeyhine rast geldik. Ağız alışkanlığından kendisine “hoca” diye hitap ettiğimizde bizi hafifçe fırçaladı. Ama sonra bizi misafir odasına buyur etti. Yaklaşık yarım saat kadar bizle sohbet etti. Daha doğrusu o konuştu, biz dinledik. Bazı sözleri ve masasının üzerindeki A.B.D. bayrağıyla nahoş yerlere çekilebilecek kimi izlenimler yaratsa da bunlara fazla takılmamayı tercih ettik. Uyanık şeyh çaktırmadan yapmaya çalıştığım çekimi fark edip müsaade etmedi. En sonunda hatıra defterine bir şeyler karalattırıp bizi azat ederek bir sonraki misafirleri kabul etti.

Hoca camide...
Üsküp
Tekrar Üsküp’e döndüğümüzde akşam olmuştu. Dışarıda oyalanmadan karınlarımızı doyurup otele geçtik. Uykusu tutmayan Mehmet beni dışarıya çağırdı. O da gitmez düşüncesiyle uykumdan ödün vermedim. Ama o üşenmedi, Üsküp gecelerine attı kendini.
Sabah olduğunda kiralık aracımızın sahibi taksici Nedim hem aracı teslim almaya hem de bizi havaalanına bırakmaya geldi. Yolda laflayıp kendisinin Üsküp transportasyon aleminde pek meşhur olduğunu öğrendik. Sizler de Üsküp’te kiralık araç yahut taksi ihtiyaçlarınız için bu ağabeye ulaşabilirsiniz. Kendisinin Biz Evde Yokuz’dan da onayı mevcut.
Dönüş uçuşunda acil çıkış koltuklarına denk geldik. Aman ya Rabbi! O koltuklar ne kadar geniş, ne kadar rahat! Yayıla yayıla geldik. Mis gibi oldu. Gayet keyifli geçen turumuz için güzel bir son oldu.