top of page

23-) İran

İran çölleri

17.10.2023 - 22.10.2023

Ne badireler atlatmadı ki bu ikili? Ne hayaller suya düştü? Ne kalpler kırıldı? Interrail tasarıları, İspanya rüyaları… Ve daha nicesi. Yıllar boyu yakamızdan düşmeyen aksilikler bir kez daha peşimizi bırakmıyordu. Bu kez de aşina olduğumuz bir bela çalmıştı kapımızı; İsrail’in Filistin’e ardı arkası kesilmeyen saldırıları. Yine de yılmayıp meydan okurcasına düştük bu kez yollara. Nihayet bu kez bileğini büktük kör talihin.

Mevzuya coşkulu girdiğimin farkındayım. Zira İran seyahatindeki yoldaşım Mehmet ile tam olarak böylesi yollardan geçmiştik. İlkokul sıralarına uzanan 25 yıllık mazimizde sayısız seyahat tasarısına kalkışmış ancak her defasında çeşitli nedenlerden ötürü yarı yolda kalmıştık. 

Henüz yaz ayının ilk günlerinde Mehmet’ten bir telefon almıştım. Ekim ayı için İran’a kampanya denk getirdiğini ve bilet aldığını söyledi. İşlerimi güçlerimi ayarlayıp kendisine katılmamı teklif etti. O an için bu pek uzun vadeli plana balıklama atlamamış ancak gündemime almaktan geri durmamıştım. Seyahat tarihi yaklaşınca mevzuyu yeniden masaya yatırdık ve kendisine katılma fırsatını tepmedim.

Özellikle son iki hafta içerisinde Mehmet’in ardı arkası kesilmeyen İran araştırmalarına maruz kaldığımdan gitmiş kadar oldum. İlk kez uluslararası bir seyahate çıkacak olmanın da verdiği şevkle tüm programı, kontrolü kendisine bıraktım.

Bizim sezonun bitmesiyle beraber dükkanı kapatmış ve ben de Tolga’yı yanıma alıp altımızda arabayla Ege kıyılarında dolana dolana İstanbul yoluna düşmüştüm. Onu memleketine geri yolladıktan sonra direksiyonu Bandırma’ya kırdım. Mehmet’i alıp İstanbul yoluna düştüm. Lakin peşimi İran’a dek bırakmayacak büyük bir belaya yakalandım. Tam da emin olmamakla beraber yüksek ihtimalle zehirlenmiştim. Durumum öyle kötüydü ki yola tek başıma çıkıyor olsam muhtemelen uçak biletlerini yakıp evde kalırdım. Midem kötüydü, ateşim çıkmıştı, üşüyordum… Tüm bunlara elimden geldiğince dayanmaya çalışıp yola koyuldum.

Sağ olsun, İbrahim aracıyla bizi Sabiha Gökçen’e kadar bıraktı. Şahsım adına pek sancılı geçen bir yolculuk sonrası İran’a ayak bastık. İran’ın ilk sürprizi pasaport kontrolünde bekliyordu bizi. Her şey olağan akışında gerçekleşti ve o da ne? Damga mamga yok. Malumunuz, İran ile İsrail arasındaki gerilim pasaportlara kadar yansımış durumda. Öyle ki bu iki ülke bir diğerine seyahat etmiş olanları ülkesine sokmaktan imtina ediyor. Bu mesele benim de kafamı çok kurcalamıştı. İsrail’i ne denli görmek istediğimi Top 5 sayfamdan da görebilirsiniz. Haliyle İsrail’i riske atmak istemiyordum. İran’ın bu hoş  jesti hem bu bakımdan beni rahatlattı hem de daha en baştan ülkeye karşı sempati beslememe yol açtı. Öte yandan henüz yenilediğim cillop gibi pasaportum da ilk damgasından mahrum kalmış oldu. Dert değil.

Tahran

Marco Polo tarafından dünyanın en güzel kadınlarına sahip olmasıyla övülen İran’a geldik gelmesine ama o kadar biçimsiz bir saatte iniş yapmıştık ki birkaç saatimizi havaalanında geçirmekten başka çaremiz yoktu. Müsait bir yer bulup temiz bir uyku çektik. Gün ağarınca bir miktar para bozdurduk ve şehir merkezine doğru yola koyulduk.

Metro vasıtasıyla Tahran yoluna düştük lakin yolculuk pek kolay olmadı. Bizim şehir merkezine gittiğini sandığımı metro meğer belli bir durağa kadar giden shuttle bir hatmış. Biz bu durumu ancak ve ancak son duraktan gerisin geri döndüğümüzde idrak edebildik. Hemen ilk durakta inip dışarı çıktık ama kendimizi adeta hiçliğin ortasında buluverdik. Ne yapsak ne etsek diye düşünürken kendi başına bir taksici amcaya denk geldik. Bizi bir sonraki metro istasyonuna kadar uygun bir fiyata götürüp hoş sohbetiyle gönlümüzü çaldı. 

Tekrar metroya binip hedef durağımıza kadar gittik bu kez. Metro ile alakalı kısa birkaç not düşeyim. Metroların tamamında kadınlara özel vagonlar bulunuyor ve bunlar genellikle en öndeki ve en sondaki vagonlar. Bunlar haliyle kadın ağırlıklı vagonlar olsalar da erkeklerin kesinlikle binmemeleri gibi bir durum yok. Tek tük de olsa her birinde erkekler mevcut. Öte yandan başkent Tahran’ın son derece yaygın bir metro ağı olduğunu ve şehirde neredeyse her yere metro aracılığıyla ulaşmanın mümkün olduğunu eklemeliyim.

Hostelimize en yakın durakta inip doğruca hostele gittik. Girişlerimizi yaptığımızda korktuğum başıma geldi. Saat çok erken olduğundan odalarımıza giremeyecek ve giriş saatini bekleyecektik. El mecbur resepsiyonun yanı başındaki bekleme alanına kurulduk. Dinç durumdaki Mehmet hem sim kart hem de atıştırma bulmak için dışarı çıkarken ben can çekişir vaziyette beklemeye koyuldum. 

Sim kart demişken mutlaka değinilmesi gereken bazı hususları burada aktarayım. Sert gireceğim; İran çok zor memleket! Bir noktada ritmine ayak uyduruyor insan elbet lakin o ana kadar epey çetrefilli bir ülke. Bunun temel sebebi de ülkenin içine kapanıklığı. Evvela şöyle ki internet yok gibi bir şey. Sosyal medya uygulamalarının tamamı yasaklı olduğundan iletişim için en kestirme yol mail. Onun haricinde video izlemek ya da “Tahran’da gezilecek yerler” konulu basit bir web sayfasını açmak bile işkence. Çoğu zaman da imkansız. Bu durum en çok bizim gibi gezginler için problem yaratmakta. Şehirlerarası bilet almak gibi basit ve hayati bir eylem bile büyük probleme dönüşüyor. 

Bir diğer mesele ise para konusu. İran’ın aslında resmi para birimi riyal. Ancak nedendir bilinmez halk arasında tümen kullanmak daha yaygın. Tümen ise 10 riyale denk gelmekte ve resmi bir karşılığı yok. Bu durum da yine zamanla alışacağınız ancak akıl sır erdiremeyeceğiniz İran gizemlerinden biri. Elbette arada çok fark olmadığını, 10 Riyal=1 Tümen formülünün çok kafar kurcalamayacağını düşünebilirsiniz ancak emin olun öyle değil. Buradaki meseleyi İsfahan’da tanıştığımız Türk gezgin Mete çok güzel özetledi; “Etikette yazan miktar ile senin ödediğin paranın üzerinde yazan miktar aynı değil.” Dibine kadar sözelci olduğumdan benim için alışması o kadar güçtü ki hala daha alışabilmiş değilim. Neyse ki bu işlere kafası basan bir yol arkadaşım vardı.

Tavşan uykusunda bir ayılıp bir bayılıp bir iki saat geçirdim. Kendime geldiğim kısa aralıklarda görevli kızlardan biriyle göz göze geldim. Kendisi bana acır gözlerle bakıyordu. Sağ olsun, halime öyle acımış olacak ki henüz giriş saatimiz gelmemişken bizi yataklarımıza aldı. Allah ondan razı olsun!

Söylemesi ayıp evvela bozuk midemi rahatlatıp sonra da mis gibi bir duş aldım. Sonra da ranzanın alt katında kalan yatağımın perdesini çekip derin bir uykuya daldım. Uyandığımda hava kararmak üzereydi. Neredeyse bütün bir günü heba etmiştim ama en azından kendime gelmiştim. Çok daha iyi durumdaydım.

Hazırlanıp dışarı çıktık. Orta Doğu’nun keşmekeşi tokat gibi suratımıza çarptı. Deli gibi akan bir trafik, dolup taşan kaldırımlar, dağınık dükkanlar, gürültü, kaos… Tüm bu hengame arasında yolumuzu bulup işlek bir cadde üzerinde yürümeye koyulduk. Hedefimizde Gülistan Sarayı vardı. Tahran’ın bir numaralı turistik lokasyonu bu devasa saraydı. Uzun bir yürüyüşten sonra sarayın kapısına vardık ancak tam da içten içe bildiğimiz gibi kapılar kapalıydı. Geç kalmıştık. 

Tahran sokak yemekleri

Tahran'da pratik akşam yemeği...

Gerisin geri dönüp en azından aç karınlarımızı doyuralım dedik. Gelirken içinden geçtiğimiz Bab Hümayun’a gittik. Burası karşılıklı yeme içme tezgahlarıyla dolu takribi 100-150 metrelik bir açık hava pazarı. Tezgahların tam ortasına dizilmiş masalar, müşterilerin aldıkları yiyecekleri rahatça tüketebilmeleri için kondurulmuş. Bab Hümayun boyunca bir iki tur attıktan sonra gözümüze en nezih gelen satıcıya yanaştık. Zar zor anlaşıp siparişleri verdik. Pilav ve soslu etlerden oluşan ağır yemekleri mideye indirip hostelimize doğru dönüşe geçtik.

Ertesi sabah çıkışımızı yaptık. Resepsiyondaki kıza İsfahan için hangi otogara gitmemiz gerektiğini sordum. Zira Tahran’da otogarlar gırla. Kızın söylediği otogara gitmek için bir taksi çağırdık. 20 dakika kadar süren yolculuğumuzun tıpkı Fransız komedi filmi Taksi’dekine benzer şekilde cereyan edeceğini nereden bilebilirdik?

Tahran’da taksiye binecek olanlar, Tahran’da araç kiralayacak olanlar. Bu sözüm sizlere. Taksi Tahran filmindeki Tahran manzarasının sizi yanıltmasına izin vermeyin! Taksiye binecek olanlar iki kere düşünsün. Araç kiralayacak olanlar düşünmesin, uzak dursun. Böyle bir trafik yok. İşin doğrusu gerçekten burada trafik mrafik yok. Zira en ufak bir trafik kuralı yok Tahran’da. Hatalı sollamalar, hatalı sağlamalar, kaldırıma çıkanlar, tampon tampona gidenler, minimum sayıdaki trafik ışıklarını hiçe sayanlar, aşırı hızlananlar, yol vermeyenler… Kaos kelimesinin ne ifade ettiğini Tahran trafiği kadar somutlaştıran başka bir şey olamaz dünyada. Tek bir şoför bile trafik kurallarına uymuyor. Bütünü ele geçirmiş, norm halini almış, delice bir kaos. İran’da araç kiralamayı düşünenler varsa doğruca bir araba bulup onu başka bir arabaya çarpsın. Zira onları bekleyen tecrübe tam olarak bu olacaktır. Bizler de çoğunluğu trafik canavarından oluşan yollara sahibiz evet ama Tahran yollarında her birimiz salon beyefendisi kalırız. Hele bir de tüm bu keşmekeşin “Lütfen ölmeme izin ver.” dercesine halsiz arabalarla gerçekleştiğini düşünün. Ambargo nedeniyle İran’daki otomobillerin neredeyse tamamı 50-60 yıllık döküntülerden ibaret. En ufak bir temasta kaportayı bırakacak araçlar bunlar. Belki de bu yüzden böylesine umarsızlar ya!

Roller coaster misali taksi yolculuğunun sonunda otogara vardık. Doğruca bir bankoya yanaşıp İsfahan bileti sorduk. Aldığımız cevap son İsfahan otobüsünün kalktığı, bir sonrakinin de akşam saatlerinde hareket edeceği yönündeydi. Oysa yarım saatte bir kalkan İsfahan otobüsleri olmalıydı.     Resepsiyonist kız bizi büyük tufaya düşürmüş, yanlış otogara yönlendirmişti. 

Ne yapalım ne edelim diye düşünürken kulağımıza Türkçe sözcükler çalındı. Genç bir çift de tıpkı bizim gibi İsfahan otobüsü arıyordu. Hemen iskele yaptık. Bir hal çare düşüneduralım taksiyle gitme fikri atıldı ortaya. Çifte yardımcı olan parfümcü arkadaş sağolsun taksicilerle konuşup bizim için fiyat aldı. Fiyat çok uygundu. Geriye konfor meselesi kalıyordu. Uzun yola gidecek taksiler diğer arabalar gibi değildi. Çok daha geniş, konforlu ve yeniydi. Karşılıklı okeyleşince ücreti ödedik. En uygun şekilde taksiye doluştuk.

 

Unutulmaz bir yolculuk oldu. Yol arkadaşlarımız son derece kafa dengi insanlardı. Onlarla uzun uzadıya muhabbet ettik. Ancak esas yıldız şoförümüzdü. Tek kelime İngilizce yahut Türkçe bilmeyen şoför bizi bizden aldı. Kendi kendine konuşuyor, kendi dilinde bir şeyler soruyor, uzun telefon konuşmaları yapıyor, sıkılınca dans ediyordu. Otobana çıktıktan sonra kayışı iyice kopardı. 220, 240 gibi hızlara kadar çıktı. Azrail’in nöbet tuttuğu İran otoyollarında biz altımıza kaçırmak üzereyken bu manyak herif aracı zorladığı kadar zorluyor ve ellerini direksiyondan çekip dans etmeye başlıyordu. Ölüm çevremizde kol geziyordu!

İki ya da üç kez polis kontrol noktasında durup isimlerimizi kaydettiği belgeyi polislere gösterdi. Belli ki İran’da böyle bir uygulama var. Kimin nereye gittiği denetim altında. Keşke biraz da hız kontrolü olsa!

İsfahan

 

Soğuk terler akıttığımız yolculuğumuz en nihayetinde sağ salim sona erdi. İsfahan’ın girişinde anlaşmamız sona erdi ve uygun bir köşede indik. İndik inmesine ama hostelimize daha çok yol vardı. Yol ardakaşlarımız da bizle aynı hostelde yer tutmuş olduğundan yolculuğumuz devam ediyordu. Bir başka taksi ile anlaşıp hostel yoluna koyulduk. 

Tahran’da kaldığımız hostelin İsfahan şubesinde kalacaktık şimdi de. Bu hostelin ismini mutlaka vermeliyim. Heritage Hostel kaldığım en iyi hosteller arasında ilk üçü zorlar. Yatakları, tuvaletleri, ortak alanı, ikramları, personeli vb. her şeyiyle takdirimi kazandı. Öte yandan İran’da böyle bir hostelle karşılaşmış olmak da beni şaşırtmadı değil. Baskıcı rejimiyle bildiğimiz İran’da kadınlarla erkeklerin bu şekilde beraber kaldığı bir işletme beklemiyordum. Zaten hostel sayısı epey az ülkede. Ancak var olanlar sorunsuz biçimde çalışıyorlar. Tahran’da kaldığımız odada Tebrizli bir kız bile kalmaktaydı hatta.

Hostelimize yerleştikten sonra doğruca dışarı attık kendimizi. Güzel bir yemeği hak etmiştik. Mehmet’in tavsiyesiyle Abbasi Hotel içerisindeki Chehelsotoun Restoran’a gittik. Kapıdan girerken büyük tereddüt içerisindeydim. Zira epey lüks bir otelin epey lüks bir lokantasına gelmiştik. 

Genç bir müzisyenin çaldığı piyanoya epey yakın konumda bir masaya yerleştirildik. Chelow kebab ve bademjan siparişi verdik. Chelow tam olarak bizdeki gibi bir kebap. Eti daha sıkı ve porsiyonda mutlaka iki şiş oluyor. Bademjan ise net olarak keşkek. Ayrıca standart olarak herkese safranlı pilav ve yanında küçük paketlerde tereyağı veriliyor.

İsfahan'da akşam yemeği

İsfahan'da ziyafet...

Güzel bir yemekle karnımızı doyurup ortamın tadını çıkardık. Kan ter içinde hesap ödemeye gittik ki beklemediğimiz kadar uygun bir fiyatla karşılaştık. İstanbul standartlarıyla karşılaştırıldığında burası sudan ucuzdu. Üstelik sonradan öğrendiğimize göre Abbasi Hotel geçmişi Safevilere kadar dayanan, şehrin en gözde otellerinden biri. Otelin nefis bir bahçesi ve bu bahçede bir de çayhanesi var. 

Yemekten sonra hostele dönmek için farklı bir yol tercih ettik. Baktık ki bu yol bizleri ünlü Nakş-ı Cihan Meydanı’na çıkarıyor heyecanımız arttı. Mehmet’in iddiasına göre burası dünyanın en büyük meydanı. Nedense pek inandırıcı bulmadım. İnternette de destekleyen bir saptama yapamadım. En azından en büyüklerinden biri diyelim. Ne şiş yansın ne kebap!

“Dünyanın nakşedildiği meydan.” İşte Nakş-ı Cihan’ın dilimizdeki anlamı bu. Zaten kullandığımız kelimeler olduğundan manayı çıkarmak zor olmasa gerek. Neden bu isim uygun görülmüş bilmiyorum. Belki sebep meydanı kaplayan havuzlar ve yeşillik alanlardır. Bunun üzerine bir de meydan içerisindeki camiler ile çarşıları ekleyin. Oldu gibi sanki. Olmadıysa sizi mollaların tercihine bırakıyorum. İslam Devrimi sonrası kendileri meydanın ismini ne yapmışlar bilin bakalım, İmam Meydanı. Ne de yaratıcı değil mi? Bir tarafta Nakş-ı Cihan, bir tarafta İmam. Neyse ki İmam Meydanı ismi tutmamış. Meydan hala daha özgün adıyla biliniyor. 

Nakşi Cihan

En büyük mü bilmiyorum ama burası gerçekten çok büyük bir meydan. İçinde özellikle akşam saatlerinde nefes kesici yansımalar yakalayabileceğiniz devasa havuzlar ile sere serpe yerleşebileceğiniz geniş yeşil alanlar bulunmakta. Meydanın dahilinde Şah Cami ve Şeyh Lütfullah Cami gibi önemli camiler ile Safeviler döneminden kalma Ali Kapı Sarayı da bulunuyor. Ve meydanı çevreleyen duvarlar arasında kalan devasa çarşı. 

İlk ziyaretimizde biraz meydanın atmosferine kendimizi verdik, biraz fotoğraf çektik, biraz havuz kenarlarında pinekledik. Yolumuzun buraya daha çok düşeceğinden emin olduğumuz için ziyareti fazla uzun tutmadık.

Hostelimize dönüp açık alandaki ortak bölümde çay kahve içmeye koyulduk. İki el tavla atacaktık ki hemen bitişiğimizdeki masada iki Türk olduğunu gördük. Bu iki kafadar İran’ı tepeden tırnağa gezip fotoğraf çekiyorlar. Her fırsat bulduklarında İran’a geliyorlar ve ülkenin neredeyse tamamını gezmişler. Şehirleri çok iyi biliyorlar. İkisi de kelimenin tam anlamıyla birer İran aşığı. 

Koyu sohbetimize çok geçmeden bir başka Türk daha katıldı. Kendisiyle bir önceki gün Tahran’daki hostelden aşinaydık. O da tıpkı bizim gibi Tahran’dan sonra İsfahan’a gelmiş ve aynı hostelde kalmayı tercih etmişti. Zaten İsfahan’daki hostelde kalan çoğu kişinin bir önceki durağı Tahran ve Tahran’daki hosteldi.

Beş Türk bir araya gelip, herkesin yatağına çekildikten sonrasına kadar uzanan koyu bir sohbete daldık. Seyahatin gerçekten de en büyüleyici taraflarından biri işte bu. Farklı bir ülkede, kendi insanlarınla bir araya gelmek ve kırk yıllık dostlarmışcasına geceyi gündüz etmek. Yolların büyüsüdür bu. Bambaşka rotalardaki, hayallerdeki insanlar bir araya gelip paylaşımlarda bulunur. Ardından her biri kendi yoluna devam eder. Eski çağlardaki kervansarayların ne mistik yerler olduğunu daha iyi kavrıyor insan böylece. İnternet yok, telefon yok. Develerin, atların sırtında her biri başka coğrafyalardan gelen insanların bir araya geldiği yerlerde neler konuşuluyor, neler yaşanıyordu kim bilir?

Safsatayı bırakalım. Uzun geçen gecenin ardından sabah kahvaltımızı yaptık ve yola düştük. İlk durağımız, şahsen büyük heyecan duyduğum Nizamülmülk Türbesi olacaktı. İsfahan özelinde en heyecan duyduğum yerlerin başında geliyordu bu türbe. Onunla işimiz bittiğinde sadece İsfahan’da değil bugüne dek gezip gördüğüm tüm memleketler arasında bile nadide bir yerde olacaktı benim için. O yüzden kemerlerinizi bağlayın.

Nizamülmülk’ü anlatmaya gerek yok. Türk tarihinin en olaylı dönemlerinden birinde görev yapan büyük vezir Nizamülmülk hakkında herkesin yeterli malumatı vardır. Olsa da olmasa da sizlere Amin Maalouf’un Semerkant kitabını mutlaka öneririm. Hatta bu kitabı bir İran seyahatinde yanınıza alır ve seyahat boyunca okursanız tadından yenmeyecektir. Yine de kitabın ikinci yarısının ilk yarısının yanına bile yaklaşamadığı hakkında uyarmış olayım.

Esrar-ül İsfahan

Kahramanlarımızı bekleyen büyük gizem işte  tam burada...

Şahsen şatafatlı mı şatafatlı bir türbe beklentisindeydim. Mehmet’in navigatif önderliği ile sokakları ardımızda bırakırken içimi bir şüphe kaplamaya başladı. Navigasyona göre çok yaklaşmış durumdaydık ama çevremizde tek katlı köhne evlerden başka şey yoktu. En sonunda hedefe vardığımızda ise ilk düşündüğüm şey navigasyonda bir hata olduğuydu. Daracık bir sokağın köşesinde, küçük bir avludan ibaret bir yerdi burası. Haliyle emin olamadık. Karşıdaki bakkalın önünde bekleyen delikanlıya yanaşıp doğru yerde olduğumuzun teyidini alınca ikimiz de şaşkındık.

Türbenin kapısı kilitliydi. Kapının iç tarafında Farsça bir yazı ve numaralar bulunuyordu. Numarayı aramamız gerektiği çıkarımında bulunduk ama İranlıların kendi rakamlarından vazgeçmeme ısrarları yüzünden çaresizdik. Aynı delikanlıyı çağırıp yardım istedik. Telefonundan numarayı arayıp görevliyi çağırdı. Yardımları yetmemiş olacak ki bize birer kurabiye de ikram etti. Allah razı olsun!

Yarım saati aşkın süre oracıkta bekledik. Bu esnada Mehmet internetten bölgeyi kontrol etti. Gerçekten de türbe burasıydı ve bizden önceki tüm ziyaretçiler bizimle aynı şaşkınlığı paylaşıyordu. Öte yandan önünde beklediğimiz binanın eskiden içinden nehir geçen bir Selçuklu sarayı olduğunu ancak Moğol gazabından kurtulamadığını da öğrendik. 

Beklemekten sıkılmış ve tadım da epey kaçmıştı. Tam kalkıp gitmeye hazırlanıyorduk ki görevli adam geldi. Allah’ın işi işte! Eski püskü bir motosiklet ile gelen adamın üstü başı toz topraktı. Güleryüzle bizi selamlayıp kapıyı açtı. 

Türbedar hemen telefonunu çıkardı. Farsça konuştuklarını Google üzerinden Türkçeye çeviriyor ve bu şekilde iletişim kuruyordu. Evvela geç kaldığı ve üstü başı için özür diledi. İnşaatta çalışıyor ve yalnızca ziyaretçiler geldiğinde türbeyi açıyormuş. 

Türbeye girdiğimizde sözünü ettiğim avluya çıktık. Zaten bütün türbe aslında bu avludan ibaret. Karşı köşesinin üstü kapalı yalnızca, o kadar. Kapalı bölümdeki lahitlere yaklaşınca burada birden fazla kişinin yattığını fark ettik. Hemen ilk sırada duran lahit Nizamülmülk’e aitti. Üzerinde işleme ve yazılar bulunan epi topu bir adam boyunda, belki o kadar bile olmayan gösterişsiz bir lahit. Zeminin üzerinde, yerden bitmiş gibi dikdörtgen bir kutu biçiminde uzanıyordu. Türbedar Nizamülmülk hakkında kısa bir bilgilendirme yaptıktan sonra diğer lahitlere geçti. Burada başka kim yatıyordu ki?

Nizamülmülk’ün lahdinin hemen sonrasında, üstü kapalı alanın merkezinde kare biçimli, bel hizasına kadar gelen geniş bir yapı vardı. Diğer altı lahit bu merkezi yapının sağına ve soluna üçer üçer dizilmişlerdi. Bunlar; Timur’un komutanlarından biri ve kim olduğunu hatırlayamadığım bir çocuk gibi önemsiz şahsiyetlere aitti. Tam burası fos çıktı diye düşünürken türbedarımız bombayı patlattı. Lahitlerden biri Selçuklu sultanlarından Melikşah’a, diğeri de eşi Terken Hatun’a aitti. Bunlar diğer lahitlerden daha süslü ve daha yükseklerdi. 

Nizamülmülk’ün ölümünde parmağı olabileceği düşünülen Melikşah ve eşinin burada yatıyor olduklarına dair hiç bilgimiz yoktu. Melikşah’ın kendisi de tarihimiz açısından önemli bir şahsiyetti ve bir taşla iki kuş vurmuşuz gibi hissettik. Türbedar lahitler üzerindeki detayları uzun uzadıya anlattı ama ne yalan söyleyeyim neredeyse hiçbiri aklımda kalmadı. 

Tam her şey bitti derken türbedar henüz daha yeni başlıyordu. Tüm lahitleri bize tanıtmayı bitirdikten sonra merkezdeki o kare yapıya sıra geldi. Biz o ana kadar onun bir nevi dekor olduğunu düşünüyorduk. Meğer hiç de öyle değilmiş!

Türbedar

Türbedar...

Türbedar kalın bir kitap çıkarıp anlatımlarını görsellerle desteklemeye başladı. Kare biçimli yapının da bir lahit olduğunu ve bize vereceği ipuçlarıyla kime ait olduğunu çözmemizi istedi. İlk olarak bize Konya’daki Selçuklu sultanlarının mezarlarını gösterdi. Tam olarak bizim kare lahitle benzer yapılardı. Yalnızca onlar çok daha bakımlı ve canlı görünürlerken bizimki yer yer kırılmış, toz tutmuştu. Ardından Melikşah’ın lahdine götürdü bizi tekrar. Melikşah’ın lahdi kenarda köşede kalmışken, kare biçimli lahit tüm odanın merkezindeydi. Yanı burada yatan her kimse Melikşah’tan daha üstün biri olmalıydı. Son ipucuna sıra geldiğinde aklımızda ampuller yanmaya başlamıştı. Türbedar bizi bu kez Nizam’ın türbesine götürdü ve tüm türbelere karşıdan bakmamızı istedi. Avludan giren kişiyi ilk olarak Nizam’ın lahdi karşılıyordu. Ardından o büyük lahit ve onun sağında Melikşah. Tıpkı devlet erkanı gibi…

Artık bizde soru işareti kalmamıştı. Anlatılanlar tek bir kişiyi işaret ediyordu; Alp Arslan. Melikşah’ın babası, Anadolu’nun kapılarını açan Selçuklu sultanı. Şaşkınlık içerisindeydik. Türbedar ise anlatmaya devam ediyordu. Alp Arslan’ın mezarının kayıp olduğunu, onu Türkmenistan taraflarında aradıklarını anlattı. Alp Arslan öldüğünde, Moğollar cesedini çalıp zarar vermesin diye Nizam’ın büyük bir gizlilikle naaşı kendi evine naklettiği ve orada gizlemeye başladığını anlattı. Bu vesileyle ceset kaybolmuş ve yine Nizam’ın düzenlemesiyle bugünkü simgesel şeklinde muhafaza edilmeye başlanmış. Vay anasını! Dan Brown romanlarından fırlamış bir sahne yaşıyorduk. İki gözüpek gezgin olarak bizler Alp Arslan’ın kayıp mezarını bulmuştuk!

Şoku atlatmamızı bekleyen türbedar sonrasında kendi ailesinin resimlerini gösterdi. Kim bilir kaç kuşaktır bu türbeye baktıklarını anlattı. Son olarak İran hükümetinin türbeye iyi gözle bakmadığını, türbenin ahvalinin sebebinin bu olduğunu belirtti. Mollaların iç içe geçmiş İran-Türk tarihini unutturma gayretinde olduğunu söylerken Alp Arslan’ın İranlı olduğundan sanki genelgeçer bir kabulmüş gibi söz etti. Anlaşılan Selçuklu tarihi bu ülkede şaibeli bir konumda. Kimin ne olduğu belirsiz ve mollalar da bu belirsizliği özellikle destekliyor gibi. 

Türbenin yalnızca ziyaretçi bağışlarıyla ayakta kaldığını öğrenince yüklü bir meblağ bağışladık. Türbedara teşekkürlerimizi sunduk, iyi dileklerimizi ilettik. Tüylerimiz diken diken ayrıldık türbeden. Özellikle tarih meraklısı olanlar için burası vazgeçilmez bir adres. Hele bizim gibi bir sürpriz ile bu deneyimi yaşayacak olanlara. Gerçi ben bütün mevzuyu aydınlatıp sürprizi biraz bozmuş oldum. Sorry!

Madem Selçuklu dedik, tarih dedik Acem diyarının geçmişi ile alakalı iki kelam edeyim müsaadenizle. Aslında çok bilinmez, çok da anlatılmaz ama İran Anadolu’dan daha kadim bir Türk yurdudur denilebilir. 963 yılında Afganistan’da kurulan Gazneliler, İran üzerinde egemenlik kuran ilk Türk devleti olur. Bu tarihten sonra İran ağırlıklı olarak Türk hakimiyetindedir. Arada kısa süreli kayıplar yaşansa da bu coğrafyayı neredeyse 900 yıl boyunca farklı Türk devletleri idare eder. Zaten bugün bile İran’da derin bir Türk izi görmek mümkündür. Tebriz kültürel olarak ülkedeki en Türk şehir olduğu gibi güneye inildikçe bu Türk etkisi hafifler ve kaybolur. Bu nedenle Tebriz’de neredeyse herkesle Türkçe anlaşmak mümkün olduğu gibi başkent Tahran’da da Türkçe oldukça yaygındır.

Tarihte çok güzide bir konum işgal eden İran, 1979 yılındaki İslam Devrimi ile bambaşka bir çehreye bürünür. Ülkenin geçmişi neredeyse bütünüyle çöpe atılır ve yalnızca İslam çevresinde şekillenen bir İran vücuda getirilir. Ülke halen daha mollaların kontrolü altındadır. Ülkedeki İslam Devrimi’ne şahit olmak için 1979 Revolution: Black Friday isimli oyuna göz atmanız farklı bir tecrübe sunacaktır. Zaman zaman gündeme getirilen, İran üzerinden örneklendirerek ülkemizi bekleyen olası bir İslam devleti dönüşümü ile ilgili olarak da Soner Yalçın’ın Siz Kimi Kandırıyorsunuz! kitabının dördüncü bölümünü, özellikle de 104 ile 114. sayfalar arasını okumanızı tavsiye ederim.

İsfahan

Tekrar İsfahan’a ve Nakş-ı Cihan’a dönelim. Evvelki gece meydanda yalapşap bir tur atmıştık. Bu kadarının yeterli olması elbette beklenemez. Daha kapsamlı bir keşif için bir kez daha meydana geçtik.

Şeyh Lütfullah Cami ve Şah Cami, meydanın köşelerinde bulunan iki güzide cami. Buram buram Selçuklu tüten camilerin mavi işlemeli duvarları, taş döşemeli zeminleri, avluları vb. insanı her adımda kendisine hayran bırakıyor. Tarihin bağırında yolculuk etmek gibi böyle yerlerde gezinmek. Namaz kılınan bölümlerin girişlerinde küçük altıgen taşlar göreceksiniz. Bunlar kerbela taşı olarak da geçen mühür taşları. Namaz esnasında bu taşları alnın denk geleceği noktaya yerleştirerek alnı seccadeye değil de bunlara değdirme usulü var İran’da. İran’ın bağlı olduğu Şii mezhebine göre Hz. Muhammed halı, kilim gibi şeyler üzerinde değil, yalnızca taş ya da toprak zemin üzerinde secde ederdi. İnsan yapımı bir eşya üzerine secde etmektense Allah’ın eseri olan nesneler üzerinde secde etmenin isabetli olacağı görüşü üzerine icat edilen bir uygulama bu mühür taşı muhabbet. Aynı zamanda, namaz kılma alışkanlığı olanların zaman içerisinde alınlarına bu taşlar sebebiyle izler oluşmaya başladığı ve bu yolla namazını aksatanla aksatmayanın ayırdına varıldığına dair bir söylem de mevcut.

Meydanın diğer bir tarafında ise Ali Kapı Sarayı bulunmakta. Saray dediysem gözünüzde büyük bir şey canlanmasın. Tek bir bina şeklinde burası. Kompleksin kalan kısmı anladığım kadarıyla şehre karışmış. 

İçeri girer girmez görevlilerden biri yanımıza yanaştı. Nereden geldiğimizi falan sorup sarayı anlatmaya başladı. Nereden girip nereden çıkacağımızı tarif etti. Son olarak da tam giriş bölümünü saran akustikten bahsedip bir de bunu göstermeye kalktı. Kare biçimindeki giriş holünün bir köşesine beni, tam çapraz doğrultuda kalan diğer köşeye ise Mehmet’i yerleştirdi. Yüzlerimizi duvara doğru çevirdi ve konuşmamızı istedi. Biz de dediğini yaptık. Gerçekten de dediği gibiydi. Mehmet’in söylediklerini sanki yanımdaymış gibi rahatça duyabildim. Aynı şekilde o da benim dediklerimi anladı. Bu mimarinin sebebi olarak da saray içerisinde yapılan dedikodulara kulak kabartılabilmesi ve muhafızların birbirleriyle rahat iletişim kurabilmesi gösterilmekte.

Daracık merdivenler aracılığıyla sarayın ikinci yani en üst katına çıktık. Burada Nakş-ı Cihan Meydanı’na açılan geniş bir balkon bulunuyor. Saray resepsiyonlarının yapıldığı bu balkon doğal olarak nefes kesici bir manzaraya sahip. Bol bol fotoğraf çekildikten sonra meydanı dolduran İranlıları selamlayan Şah role playi ile turu noktaladık.

Sarayın arka kapısı küçük bir bahçeye açılıyor. Burasının saray kompleksine dahil olduğu muhakkak. Aralıklarla yerleştirilmiş büstlerin neredeyse tamamının künyeleri koparılmış, tahrip edilmiş.

Bahçenin bitimiyle beraber Chehelsotoun Sarayı, caddenin hemen karşısında göze çarpıyor. Göz alıcı bahçesiyle beraber burası da eski bir kraliyet köşkü. Uzaktan bakmakla yetinip caddeyi takip etmeye koyulduk. Ülkenin başka yerlerinde de gözüme çarpacak olan, Kur’an ayetleriyle bezeli sarı renk tabelaları ilk kez burada gördük. 

Chahar Bagh e Abbasi Caddesi’ne çıktık. Burası epeyce geniş ve düzenli bir yürüyüş yolu. İki tarafta uzanan envai çeşit dükkanla beraber epey hareketli bir hal almış. Hazır mideler kazınmışken İsfahan’ın ikramını geri çevirmedik ve aperatif şeylerle karnımızı doyurduk. 

Safranlı dondurma

Safranlı dondurma, safranlı tatlandırıcı, safranlı pilav, safran...

Caddenin sonunda Enghelab Meydan yer almakta. Geniş bir kavşağın merkezindeki dairesel bir alandan ibaret olan bu meydanı geçince İran’ın en büyük nehri olan Zayanderud’un kıyısına ulaştık. Gel gelelim nehir yatağı bizim gittiğimiz tarihte neredeyse kupkuruydu. Yer yer göze çarpan su birikintileri dışında zemin bütünüyle toz topraktı. Öyle ki halk burayı mesire alanı olarak kullanmaya başlamıştı. 

Nehir yatağının üzerinde pek çok köprü bulunmakta. Khajou Köprüsü, Si-o-Se Köprüsü, Firdevsi Köprüsü vb. Biz hemen yolumuzun üzerindeki Si-o-Se Köprüsü’nü tercih ettik görmek için. Doğrusu bunların tamamı birbirine çok benzeyen köprüler. Bu nedenle hepsini gezmek gibi bir koşturmacaya hiç mahal yok.

Gençlerin pinekleme alanı haline gelmiş köprü üzerinde kısa bir git gel yapıp geldiğimiz yoldan dönüşe koyulduk. Mehmet yorulduğu için metroya binmek istedi. Yolu karıştırıp daha fazla yürümek zorunda kaldık. Yeniden meydana vardığımızda akşam olmak üzereydi. Fotoğrafçı yol arkadaşlarımızın yönlendirmesiyle, meydana çıkan kollardan birinde lüks bir safran dükkanı bulduk. Bol miktarda para bozdurduk. Burası safrancı olsa da şehirde döviz bürosu olarak nam salmış. Zira İran’da döviz bürosu pek yok. Bu tarz yerlere gelip tamamen kayıt dışı olarak paranızı bozdurmaktan başka çareniz yok.

Yine fotoğrafçıların tavsiyesiyle Qeysarieh Kafe’ye gittik. Burası Qeysarieh Kapısı’nın meydana açılan tarafından giriş yapılan ve aynı zamanda sergi işlevi de gören meşhur bir kafe. Öyle ki sadece girmek için bile belli bir ücret ödemek zorundasınız. Zira burası meydanı en güzel gören konumlardan birisine sahip. Doğal olarak pek çok kişi sırf fotoğraf çektirmek için buraya geliyor. Biz de hem bu manzarayı görmek hem de bir şeyler içmek için kafeye geldik. Menüde safranlı dondurmayı görünce hemen atladım. Geldiğimden beri denemek istiyordum. Yüksek olasılıkla sorbe usulü yapılmış dondurmaya bolca yemiş de eklenmişti. Fena bulmadım. Safranın rengi doğru bir ürünle kombinlenirse başarılı olabilir.

Üzerine birer çay vurup manzaradan nemalandık ve hostele dönüşe geçtik. İsfahan’ı boydan boya arşınlamıştık ve ikimizin de pili tükenmişti. Ne yazık ki Türk yoldaşlarımızın tamamı hostelden ayrılmıştı. Bir kısmıyla önceki gece, bir kısmıyla da sabah vedalaşmıştık.

Ertesi gün bizim için de İsfahan’dan ayrılma zamanı gelmişti. İran’ı iliklerimize kadar hissettiğimiz bu güzide şehre elveda deyip hostelden çağırdığımız taksiyle günün erken saatindeki otobüsümüz için otogara gittik. Kaos halindeki otogarda zar zor otobüsümüzü bulup yerlerimize yerleştik. Son derece konforlu bir araçtı. Aslında İran’daki otobüslerin çoğu oldukça konforlu. Zira ülke içindeki yolculukların neredeyse tamamı otobüslerle yapılıyor. Bu nedenle otobüsler sık ve lüks.

Yezd

Beklediğimden çok daha rahat bir yolculuk sonunda Yezd’e vardık. Peki neden tercihimizi bu pek bilinmedik şehirden yana kullanmıştık? İran seyahatine çıkan 10 turistten 9’u gibi neden Tahran-İsfahan-Şiraz rotasından son kertede sapmıştık? En başından beri Tahran ve İsfahan’ı banko görüp son şehir olarak Yezd ile Şiraz arasında kalmıştık. Şiraz çok da popüler ve büyük olmasına karşın Mehmet’in “çöl” müptezelliği bizi Yezd’e sürükleyen ana etmen olmuştu.

Google Haritalar’a girip İran’ı bulun. Tam “İran” yazısının bulunduğu yerde kurulu Yezd. Yani bir bakıma ülkenin göbeği. Yezd’e ayak basar basmaz önceki duraklarımızdan ne denli farklı bir yere geldiğimizi anladık. Burası sahiden de çölde bir vaha gibiydi. Çölün renkleri dört bir yanımızdaydı. Ortalık çok daha tenhaydı. 

Sessiz mi sessiz otogarın önünden taksiye atlayıp hostelimize gittik. Gözlerimiz bir kez daha Heritage’ı aradı ancak ne yazık ki Yezd şehrindeki sayılı hosteller arasında Heritage bulunmuyordu. Bu seferki hostelimiz, merkezdeki avlu çevresine sıralanmış odalardan ibaret tek katlı bir binaydı. İlk olarak dört yataklı bir odaya yerleştirildik. Çok geçmeden patron iki kişilik bir odanın müsait olduğunu söyleyip bize seçme şansı sundu. Biz de iki kişilik odaya geçtik. 

Yezd

Bu noktada yazının geri kalan bölümünde ne kadar çok taksilerden bahsettiğimi, ne kadar sık taksi yolculuğu yaptığımızı görmüşsünüzdür. Yurt dışında taksilerden köşe bucak kaçan benim için bile İran bir taksi cenneti. Bunun ana nedeni Snaap isimli bir uygulama. Uber mantığında çalışan bu uygulama ile ayağınıza bir taksi çağırıyorsunuz. Yine Uber’de olduğu gibi hedefinizi de baştan girdiğinizden fiyat standart olarak karşınıza çıkıyor. Bu sayede hem hızlı hem de hesaplı bir yolculuk yapma şansınız oluyor. Snaap altında araba olan bütün İranlıları taksici yaptığından taksi bulamama gibi bir durum da söz konusu değil. Elbette bu işin bu kadar rağbet görmesinin ve ucuz olmasının da sebebi İran’da yakıtın sudan ucuz olması. Burada bir söz var; “İran’da bir yerden bir yere yürümek, oraya taksi ile gitmekten daha pahalıdır.” diye. Bu o kadar isabetli bir söz ki ispatlayamam ama doğruluğundan eminim. 

İran taksileri

Ama taksiler işte böyle...

Şehir turumuza Ulu Cami ile başladık. İsfahan’daki camilerin neredeyse aynısı ancak diğerlerinden ayrılan yönü ülkedeki en yüksek minareli cami olması. Hemen caminin önünden çok şık bir yürüyüş yolu uzanıyor. Bu yolu izleyerek ana caddeye çıktık. Tam olarak karşımızda beliren Saat Kulesi’ni solumuza alıp bir müddet cadde üzerinde yürüdük. Günlerden cuma olduğu için Yezd iyice hayalet şehre dönmüştü. Neredeyse bütün dükkanlar kapalıydı. Sokakta çok az insan vardı. Post apokaliptik bir dünyada gibiydik.

Çok geçmeden Old City’e daldık. Old City Yezd ile ilgili internette dolaşan çoğu fotoğrafın kahramanı. Şehir merkezinin önemli bir bölümünü kaplayan bu bölge eski İran evleri ve sokaklarından müteşekkil. Büyük bölümünde yaşam olmadığından burada sessizlik ve ıssızlık zirve yapıyor. Old City ile ilgili olarak online bir araştırma yapacak olursanız pek çok influencer tarafından yağlanıp ballandığına tanık olacaksınız. Baştan uyarayım, o kadar değil. Kimi yerler yıkıntı halinde ve kimi bölümlere ulaşmak mümkün değil. Benim için keyifliydi evet ama kesinlikle tek başına bir seyahat nedeni olamaz burası.

Alın taşları

Secde için alın taşları...

Old City’nin ara sokakları bizi Ulu Cami’nin önüne çıkarıverdi. Hazır buraya gelmişken bir şeyler yiyip içelim dedik. Şimdi sıkı durun! Dünyadaki en iyi milkshake için Yezd’de bir kafeye gitmeniz gerektiğini söylesem pek inandırıcı olmaz muhtemelen. Gel gelelim gerçekten de öyle! Tamam, dünyanın bir yerinde daha iyisini yapan vardır eminim ama bu milkshake kesinlikle onlara kafa tutmaya hazır. Camiden Saat Kulesi’ne uzanan yol üzerinde bulunan Petous Kafe mutlaka uğramanız gereken bir mekan. Yezd’de bulabileceğiniz eli yüzü düzgün sayılı mekanlardan burası. Yemekleri de fena olmadığı gibi milkshake konusunda harikalar. Tercihimi nutellalı olandan yana kullanıp öylesine hayran kaldım ki ikinci bardağı da sipariş ettim. İronik ve hatta trajik olduğunu anlıyorum fakat Yezd’deki bir numaralı gastronomi tavsiyem Petous Kafe’de milkshake içmek olacak.

Enerji takviyesinin ardından yeniden ana caddeye çıktık ve Emir Çakmak’a gittik. Emir Çakmak’ın tam olarak ne olduğunu halen anlamış değilim. Kimi yerlerde burası bir cami olarak geçiyor, kimi yerlerde meydan, kimi yerlerde ise kompleks. Uzaktan bakıldığında minareleri ve İran camilerine benzer girişiyle burasının bir cami olduğunu sandık. Yaklaşınca önündeki geniş meydan ve havuzları gördük. Ön kapıya yaklaşınca burasının kapalı bir bina olmadığını, kapının pasaj gibi bir bölüme açıldığını fark ettik. Emir Çakmak ile ilgili kararı sizlere bırakıyorum. 

Günü Dolot-Abad Bahçesi ile tamamladık. Bir başka taksi yolculuğu ile zahmetlice ulaştığımız bu bahçe çölün göbeğinde hoş bir bahçe. Bizim gibi turistlerin pek ilgisini çekecek bir adres değil ancak yerlilerin uğrak mekanlarından birisi. 

Artık Yezd’deki ilk günümüzü tamamlayabiliriz. Yol yorgunluğunun üzerine şehirde yürüme mesafesinde kalan ve açık bulduğumuz her yeri görmüştük. Kalanı yarına bırakırken ufak bir iki not düşeyim. İsfahan’dan Yezd’e gelirken yolda yapılan polis kontrolleri sırasında otobüsteki başı açık kadınların bir hışımla kapandıklarına şahit olduk. Buna daha sonra yeniden değineceğim. Şehir içine döndüğümüzde pek çok yerde karşımıza çıkan Kasım Süleymani posterlerinden, afişlerinden bahsetmeliyim. 2020 yılında Bağdat’ta A.B.D. saldırısı sonucu öldürülen Süleymani ülkenin kahramanlarından ve simgelerinden birine dönüşmüş. Yezd dışında da kendisinin görsellerine pek çok yerde rastladık. Öldürüldüğü dönem İran ile A.B.D. arasında epey restleşme yaşanmıştı ama bir şey çıkmamıştı. O dönemde yaşanan İsrail-Filistin olaylarında da İran’ın sesi soluğu çıkmamıştı. Şundan emin oldum ki İran sular durgunken asarım keserim yapmaktan geri durmuyor ama işler ciddiye biner gibi olduğunda ölü taklidi yapmayı da iyi beceriyor. 

Yezd ara sokakları

Yezd’deki ikinci günümüzde hostele bir taksi çağırıp şehrin dışında kalan Sessizlik Kuleleri’ne gittik. Zerdüşt inancında önemli yeri olan bu kuleler Yezd’in en görülesi yerlerinden. Ancak ne büyük şanssızlık ki kuleler biz gittiğimizde ziyarete kapalıydı. Uzaktan bakmakla yetinip hemen yeni rota çizdik kendimize. Hedefimiz Ateş Tapınağı’ydı bu kez. Fakat bu kez de yanlış yere gelmiştik. Ateş Tapınağı yerine Zerdüşt Tarih ve Kültür Müzesi’ne gelmiştik. 

Gelmişken gezelim dedik elbet. Geniş bir bahçe içerisindeki binalardan ibaret bir alandı burası. Bazı binalar eğitim amaçlı kullanılmaktaydı. Boğalarla su taşınan karanlık bir dehlize indik. Ardından müze binasına girip Zerdüşt kültürünü yansıtan eserler gördük. 

İran’ın en eski dini olan Zerdüşt inancı hakkında fazla ahkam kesmeyeceğim. Sadece karmaşık bir inanç sistemine sahip olduğu ve insanlık tarihindeki ilk tek Tanrı dini olarak kabul edildiği ile yetineceğim. Azerbaycan seyahatinde ilgimi çeken bu inancın izlerini anayurdu olan İran’da hem de merkezlerinden biri sayılan Yezd’de de sürmek hoşuma gitti. İnançlarını anlatan görsel ve eserlerden giydikleri elbiselere, kullandıkları alet edevattan kutsal kitapları Avesta’ya son derece doyurucu bir müze gezisi oldu benim için. 

Müzeden sonra esas hedefimiz olan Ateş Tapınağı’na yürüdük. Bakımlı bir bahçe içerisindeki tek bir binadan oluşuyordu burası. Ana bina önünde durgun bir havuz ve iki tarafta bilgilendirici panolar bulunuyordu. İçeri girdiğimizde bizi çok şey beklemediğinin bilincindeydik. Bu tapınağın bütün esprisi bağrında yanan sönmez ateş. Camekan bölüm ardından seyredilebilen, özel bir kaide üzerinde bulunan ateş epey sakin biçimde yanıyor. Bina içinde durmaksızın çalan ilahi benzeri dingin mi dingin müzik de bu deneyime eklendiğinde ne yalan söyleyeyim o minik ateşin büyüsüne kapılmamak elde değil. Zerdüşt inancında ateşin özel bir yeri olduğundan bütün Zerdüşt merkezlerinde bu tarz bir daimi ateş mevcut zaten. Aynısından Bakü’de de vardı. Hatırlamak isteyenleri BURAYA alalım!

Ateş Tapınağı girişinde bilet alırken görevli çocuk bizden Türk parası istemişti. Dediğine göre para koleksiyonu yapıyordu ve bizim paradan henüz eline geçmemişti. Yanımızda varsa kendi paramızdan bir miktar vermemizi rica etti. Ben de bir tane ellilik ateşledim kendisine. Bu yolla kurulan yakınlığımıza binaen çıkışta kendisinden çöle nasıl gidebileceğimiz ile ilgili yardımcı olmasını istedik. Sağ olsun ilgilendi. Birkaç telefon görüşmesi yapıp 10 dolara bizi çöle götürüp bizimle beraber orada bekleyip geri getirecek bir taksi ayarladı.

Şimdi açık konuşacağım. Yezd’i çevreleyen birden çok çöl bulunuyor ve ben hangisine gittiğimizi bilmiyorum. Şehrin kuzeyinde, kampinglerin yoğun olduğu bir bölge mevcut. Arabayla yarım saat kadar sürüyor. İşte biz oraya gittik ama tam olarak hangi çölün bir parçası bilemedim. Sanırım Kevir Çölü ya da Bafgh Çölü. 

 

Geldiğimiz yerde bir tesis bulunuyordu. Burada kalmak ya da yemek yemek mümkün. Benzer şekilde çeşitli çöl aktiviteleri de mevcut. Biz fazla açılmayıp birer deve turu aldık. Tur dediğime de bakmayın. Yaklaşık iki yüz metrelik bir parkurda gidip gelmekten ibaret. Önce Mehmet bindi, ardından ben. Çook küçükken Didim ya da Kuşadası’nda kısa bir deve turu yapmıştım ama detaylarını anımsamıyorum. Şimdi tekrar bir deve turu yapmışken şunu anladım ki deveye binmek pek zahmetliymiş. Dengede durmak hiç kolay değil ve kısa sürede kalçada sızlama meydana geliyor. 

Deve sırtında

Deveye binip indikten sonra kendimizi kumlara attık. Tabi söz konusu çöl olunca insan Simyacı’dan çıkma mistik bir ortam hayal ediyor. Ancak elbette kazın ayağı öyle değil. Kendine güvenip çölde açılmak isteyen olursa buyursun. Biz güvenli alanda kalmayı seçtik. Haliyle spiritüel deneyimler yaşayamadık. Yine de ufuktaki dağ silsilesine dek uzanan çölün etkisinde kalmamak mümkün değil. Bir kumul tepesine çıkıp yüksekten uzun uzun manzarayı seyrettik. Çöldeki kumun ne kadar pürüzsüz ve serin olduğunu gördük. Hoş fotoğraflar çekip güneşin batışını seyrettik. Yezd’de liste başı kesinlikle çöl olmalı. 

Yezd böylece sona ermiş oldu. İki gün içinde şehrin epeyce hakkını verdik. Dönüş için bizi uzun bir otobüs yolculuğu beklemekteydi. Önceki günden otogara gidip Tahran biletimizi almıştık. Bu kez yolda çok daha uzun vakit geçirecektik. 

Tahran

Hava henüz kararmışken Tahran’a giriş yaptık. Şehirde geçireceğimiz üç dört saatimiz vardı. Ardından havalimanına gidip İran seyahatimizi tamamlayacaktık.

 

Otobüsün Azadi Kulesi yakınlarında yolcu indirdiğini görünce alelacele biz de attık kendimizi otobüsten aşağı. Şehrin simgelerinden biri olan bu kule aynı adı taşıyan meydanın üzerinde yükseliyor. Üstüne bir de yer altında bulunan sergi sarayını bünyesinde barındırıyor. Anlayacağınız tam bir paket.

Azadi Kulesi

Kuleden sonra soluğu Tabiat Köprüsü’nde aldık. Tabiat Köprüsü sarmal yapısıyla göze hoş gelen bir köprü ancak tek başına pek matah bir şey değil. Tahran’da görülecek yer kıtlığından gidip görmek zorunda kaldık.

Son olarak bir de Darband’dan bahsedeyip paketleyelim. Darband şehrin en canlı bölgelerinden birisi. Tepelik bir alanda, doğal bir çevrede yer alan Darband pek çok kafe ve lokantaya ev sahipliği yapıyor. Bunun yanında açık havada satış yapan insanlar da sıkça göze çarpmakta. 

İran’daki son yemeğimizi yemek için çaresizce aranırken dişimize göre bir yer bulmakta güçlük çektik. Bir kafeye oturup kulakları tırmalayan yüksek canlı müzik nedeniyle topukladık. Açıktaki tezgahlardan İran’ın kendine has yemeklerinden biri olan aşereş çorbası kaptık. Doğrusu bu çorbanın isminin tam olarak nasıl yazıldığını çözemedim. Benzeri bizde de olan erişteli, kıvamlı bir çorba. İçinde ayrıca çeşitli bakliyatlar ve baharatlar da bulunmakta. Ağır bir tadı olduğundan Mehmet pek haz etmedi. Ben kendiminkinden sonra onunkini de kana kana içtim.

En nihayetinde bir mekana kapak attık. Çevreyi genişce gören lokantanın masa yerine bulundurduğu “köşelerden” birine yerleştik. Minderlerle çevrili köşelere dilediğinizce yayılmanız mümkün. Yemekler tepside geliyor ve bağdaş usulü karnınızı doyuruyorsunuz. Ambiyans olarak hoş olsa da yediklerimizden pek memnun kalmadık. 

 

İş hesaba geldiğinde bizi tatsız bir sürpriz beklemekteydi. Cebimizde az miktar para kalmıştı ve taksi parasını ayırıp kalan parayla karnımızı doyurma niyetindeydik. Siparişleri de ona göre vermiştik ama nasıl olduysa hesap beklediğimizden daha yüklü geldi. Ya güzel bir kazık yemiştik ya da bizim ikram sandığımız çaylar yüklü yüklü hesaba iliştirilmişti. Her halükarda bizde para kalmamıştı. 

Aşereş çorbası

Aşereş çorbası...

Bu noktada henüz değinmediğim önemli bir İran geleneğine değinmek icap ediyor. Taaruf denilen bu adet bilmeyenler için epey şaşırtıcı olacaktır. Şöyle ki bir mekanda yemek yediniz yahut taksiye bindiniz. Kısaca, karşılığında para ödeyeceğiniz herhangi bir hizmet aldınız. Vakit ücreti ödemeye geldiğinde sizden para almayacaklarını, misafir olduğunuzu falan söylüyorlar. Bunun belli kriterleri var mı bilmiyorum ama genelde sevdikleri ülkelerden gelen yabancılara bunu yapıyorlarmış diye duydum. Elbette bu durumla karşılaştığınızda “Peki o zaman. Kib.” deyip uzamak mümkün. Böyle bir durumda nasıl bir karşılık alıyorsunuz bilemem. Açıkçası her iki taraf için de büyük risk. Biz de İran’da geçirdiğimiz süre zarfında 3 ya da 4 kere taaruf ile muamele edildik. Adet olduğu üzere ödemek için ısrar ettik ve hesabı ödedik. Sizlerin de bu adet aklınızda bulunsun.

Dönelim Darband’a. Paramız çıkışmayınca, işletme sahibinin belki de durumu kurtarmak adına yaptığı taarufa balıklama atlıyordum ki Mehmet beni durdurdu. Ahlaki bir abide olarak hesabı ödememiz gerektiğini savundu. Ben de ona para olmadığını hatırlatıp ne ile ödeme yapmayı planladığını sordum. Adamla konuşup para bozdurup geleceğimizi söyledi. Mekandan ayrılıp para bozduracak yer aramaya koyulduk. Elbette döviz bürosu falan hak getire. Bakkallara marketlere sorduk. Aslında hepsi bozmaya hazır ama elimizde küçük para yok. En düşük kağıt para elli dolar. Bu miktarı bakkala çakkala bozdurmak demek sağlam kazık yemek demek. Çaresiz o kazığı afiyetle yedik. Sonra da gidip hesabı kapattık. 

Taksiyle havaalanına döndük. Diriliş Ertuğrul’dan fırlamış gibi duran uzun siyah saçlı, gür sakallı, cevval mi cevval bir taksiciye denk geldik. Türk olduğumuzu öğrenince bastı teybin teline. Mahsun Kırmızıgüller, İbrahim Tatlısesler, Tarkanlar… Müzik ziyafeti eşliğinde bizi havaalanına kadar götürüp üstüne bir de taaruf yapmaya kalkıştı. Onun bize kanı ısındı, bizim ona. Her taaruf ile karşılaştığımızda “Peki.” deyip uzasam mı diye içimden geçirmişken bu sempatik taksicinin ücretini tereddütsüz ödedim.

Sona gelmişken İran ile ilgili genel gözlemlerimi aktaracağım. İran içine kapanık ve radikal bir ülke olarak bilinir. İşin dini tarafı aslında pek öyle değil. Sokaklarda başı açık gezen onlarca kadın var. Aynı şekilde abartılı makyajlara, şatafatlı elbiselere ve cinayet silahı yerine geçecek tırnaklara rastlamak mümkün. Bu noktalarda gevşemeye gidilmiş ancak askılı bir bluz yahut mini etek giyen birine rastlamadık. Sanırım ortada bir yerde buluşulmuş. 

Aynı şekilde metroların tamamında kadınlara özel vagonlar da bulunuyor. Bu vagonlar en ön ve en arkadaki birkaç vagon oluyor genelde. Ancak tek tük de olsa her birinde erkek yolculara rastlamak mümkün. 

Ülkedeki dini baskı şehirden şehire değişiyor. Tahran, İsfahan gibi şehirlerde insanlar daha rahat yaşıyorlar. Ancak Kum ve Meşhed gibi şehirlerde işler çok daha sıkı. Otobüs yolculuğumuzda yaşadığımız gibi kadınlar açık geziyor olsalar bile her an kapanmaya hazır ve nazır durumdalar. Resmi dairelerde, polis kontrollerinde vb. mutlaka kapanıyorlar. Yine de çok yalapşap bir kapanma olduğunun ve saçların yarısının göründüğünün altını çizmeliyim. Polis için bu kadarı yeterli oluyor. 

İranlı gençler ise durumdan epey rahatsız. Kendi çaplarında rejime meydan okumaktan, dünyayı takip etmekten geri durmuyorlar. Ülkenin büyük bölümü, rejimin dayattığı sıkıyönetim kurallarına gösterişte tabi kalmakla yetiniyor. İran’da kaldığımız süre boyunca konuştuğumuz gerek İranlı gerek İranlı olmayan ama burada yaşayan pek çok insan devrimin ayak seslerinin duyulduğundan emin. Sistemden memnuniyetsizlik öyle boyutlarda ki konuştuğumuz üç İran vatandaşından aynı şeyi işittik. Üçü de Türkiye’ye gitme ve bizim ülkemizde yaşama hayalleri kuruyor. Elbette biz pek çok alanda İran’dan daha müreffeh ve gelişmiş bir ülkeyiz lakin bizdeki İran algısı vatandaşların keyiflerinin yerinde olduğuna yönelik tam tersi bir inanış. Bu yüzden bu manzarayı görmek ve ortalama bir İranlı gözünde Türkiye’nin kurtuluş manası taşıdığına şahit olmak hem şaşırtıcı hem de ne yalan söyleyeyim gururlandırıcıydı. 

Şark köşesi

Kazığı hissetmeye dakikalar kala...

Daha da şaşırtıcı olanı, yaşam koşulları bir tarafa bazı İranlıların örnek İslam hayatının Türkiye’de yaşandığını öne sürmesiydi. Bizde, bazı kesimler İran şeriatını hayal ederken İran’daki insanlar Türkiye’yi örnek göstermekte. Anlaması zor değil. Bir tarafta dini yükümlülükler sopayla dikte edilirken, öteki tarafta insan istediğini yapmakta özgür. İnsanın aklına Hz. Muhammed’e atfedilen ve her şeyin kararında güzel olduğunu vurgulayan mesel geldi. Hz. Muhammed miraç için göğe yükseldiğinde kendisine su, süt ve şarap sunulur. Hz. Muhammed aşırılığı temsil eden şarap ile perhizi sembolize eden suyu es geçerek dengeyi, ahengi yansıtan sütü tercih eder.

 

Yanlış anlaşılmasın, ben de Müslüman’ım. Ancak zorlama yoluyla Müslümanlık olamayacağının farkındayım. İnsanları dini baskıya maruz bırakmanın olumlu bir sonuç doğuramayacağından da emin sayılırım. Bu bakımdan İran çok iyi bir örnek oldu. Bu ülkede insanlar mutsuz ve çare arayışındalar. İran bir bakıma süper güç olarak kabul ediliyor ve işler tıkırındayken Amerika’ya, İsrail’e kafa tutmaktan çekinmiyor ancak İranlılar mutsuzken, dünyayla bağları koparılmışken, ülkeden uzaklaşma hayalleri kuruyorken süper güç olmanın ne anlamı var ki? Bir avuç mollanın kendi şahsi tatmini için bütün bir ülke adeta çürütülüyor ve buna vatanperverlik ya da “dava” adı veriliyor. İran’ı tüm hemşerilerimin okumasını, görmesini, düşünmesini ve anlamasını en içten şekilde diliyorum…

Yermiş gibi olmayalım diye sona hoş bir anekdot sakladım. İran'a girişimizde, pasaport kontrolü esnasında görevli memurlar pasaportlarımızı kontrol edip tüm gerekli işlemleri yaptılar fakat pasaportlarımıza damga vurmadılar. Malumunuz, pasaportta İran damgası bulunması A.B.D. ve İsrail başta olmak üzere bazı ülkelere giriş yapılamaması anlamına geliyor. Haliyle, bizden bir talep gelmemiş olmasına rağmen kendilerinden bu inceliği yapan İran yetkililerine teşekkürü bir borç biliyorum.

Cebu -_ Bohol🛳️🛳️_#travel#traveller#in

Not!!!

Bu blog bir rehber değildir. 

Bu blog, hayattaki tutkuları yemek yemek ve seyahat etmek olan birinin maceralarını içermektedir. 

Bu blog, gidemeyenlere tüm çıplaklığıyla seyahati yaşatmak içindir.

Bu blog her şeyden önce kendim için hatırattır!

Yol arkadaşlığı için...

  • Instagram - Siyah Çember
bottom of page